1 Aralık 2015 Salı

THE PHANTOM OF THE OPERA - (1925)

THE PHANTOM OF THE OPERA (Operadaki Hayalet)

Rupert Julian'ın yönettiği bu sessiz korku filmi klasiğinin başrolünde binbir yüz olarak anılan efsanevi Lon Chaney var. Gaston Leroux'nun aynı isimli ünlü romanından uyarlanan film yapılan birkaç değişiklik ve finali hariç romana sadık kalmış. Yalnız finaldeki değişiklik dramatik açıdan bana pek uygun gelmedi.

Filmin yapım öyküsü Universal Stüdyoları'nın kurucusu Carl Laemmle'in Paris'i ziyaretiyle başlar. Paris'te Gaston Leroux ile tanışan Laemmle ona Paris Opera Binasından çok etkilendiğini söyler. Bunun üzerine Leroux ona kendi kitabının imzalı bir kopyasını hediye eder. Kitabı bir gecede okuyan Laemmle, kitabın film yapım haklarını satın alır ve başrol için --Notre Dame'ın Kamburu'ndaki başarısıyla ünü zirvede olan-- Lon Chaney'i düşünür.

Filmin yönetmen koltuğuna -- 1923'de Von Stroheim'dan devir aldığı Merry-Go-Around ile gişede iyi bir başarı elde etmiş olan -- Rupert Julian getirilir. Yıldız Lon Chaney ve yönetmen Rupert Julian'ın aralarının pek iyi olmadığı, anlaşamadıkları anlatılanlar arasında... Filmin deneme gösteriminin ardından gelen olumsuz eleştiriler üzerine -- ve Lon Chaney'nin de tavsiyesiyle-- stüdyo Julian'dan filmin birçok sahnesini yeniden çekmesini ve filmin tonunu değiştirmesini ister. Bunun üzerine Julian prodüksiyonu terk eder.  Bu aşamada stüdyo Edward Sedgwick'i işe almış. Ancak Sedgwick'in çektiği sahnelerin çoğu --final sahnesi hariç-- kurgu aşamasında filmden çıkarılmış.

Film için Universal Stüdyosu'nun "arka bahçesinde" inşa edilen Paris Opera Binası setinden biraz bahsedelim. 28 numaralı sahnede bulunan set bir hayli ünlü. Bu dev set filmin bitiminde yıkılmamış ve yıllar boyunca --2014 yılında yıkılıncaya kadar-- senaryosunda gösterişli opera ya da tiyatro binası sahnesi olan Hollywood filmlerinin ve dizilerinin birçoğuna hizmet etmiş. Hatta Claude Rains'in Hayalet'i canlandırdığı 1943 yapımı The Phantom of the Opera'nın yeniden yapımı da bu sette çekilmiş. 1943 yapımı The Phantom of the Opera'nın Blu-ray baskısında bulunan bir belgeselde bu setle ilgili birçok bilgi mevcut.


Gelelim sinema tarihinin ikonikleşmiş, hafızalara kazınmış olan Christine'in Hayalet'in maskesini çıkardığı o sahneye... Maske çıkıp da Lon Chaney'nin kendi yaptığı o ünlü makyaj görününce zamanın seyircilerinin çığlık attığı, bazılarının da bayıldığı belirtiliyor. Bu arada Chaney'in Hayalet makyajı -sonraki uyarlamalara nazaran- romandaki Erik karakterinin tasvirine en uygun olanı. O makyajın Rick Baker gibi birçok geleceğin makyaj sanatçısını etkilediğini ve ilham verdiğini de belirtmeden geçmeyelim.


Ayrıca filmin Maskeli Balo sahnesi kısmi olarak renkli çekilmiş (Technicolor ile) ve bazı yerlerde de negatif elle boyanmış.



Stüdyo 1929 yılında filmi --gelişen ses teknolojisinin getirdikleriyle-- ses efektleri, müzik ve diyalog içeren birkaç sahne ekleyerek yeniden gösterime sokmuş. Bu kopyanın soundtrack'inin büyük kısmı kayıp. Ancak sesli versiyonun kurtarılan Reel-5'i (filmin 5.makarası) izledim. Avizenin düştüğü sahnedeki çığlıklar, bağırışmalar ve avizenin çarpma sesleri eklenmiş, opera sanatçısının şarkı söyleyişi ve birkaç diyalog da vardı. Ancak eklenen yeni diyaloglu sahnelerde --stüdyoyla kontratı olmayan ve o zamanlar maalesef akciğer kanserine yakalanmış olan-- Lon Chaney bulunmuyor.

Filmi -artık kamu malı olduğundan- İnternet'ten ücretsiz izleyebilirsiniz, Link. Ancak filmin iyi bir şekilde restore edilmiş (90 yıllık bir filme göre) bir versiyonunu izlemek isterseniz (ekstradan belgesel, fragman vs. ile) İngiltere'de BFI'dan çıkan blu-ray baskısını öneririm.

İlgilisine...

imdb

ROOM SERVICE - (1938)

ROOM SERVICE (Oda Servisi)

Yönetmenliğini William A. Skater'ın yaptığı filmin senaryosu Allen Boretz ve John Murray'ın aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanmış.

Filmin çoğu bir otel odasında geçiyor. Meteliksiz tiyatro yapımcısı Gordon Miller (Groucho) otel odasında sıkışır kalır. Amacı yeni oyununu sahneye koymak için finansör bulmak ve borçlarını ödemektir.Odadan çıkarsa -borçlarından ötürü- otel yönetiminin odayı başka birine vermesinden korktuğundan işi olan herkesi oraya çağıracaktır.

Filmin senaryosu Marx Kardeşler için özel olarak tasarlanmamış ilk ve tek senaryo. Ama ekibin diğer filmlerini izlediğimde senaryo açısından en az açığa sahip senaryo bu filme ait diyebilirim. Ama bu durum zaten bir Marx Kardeşler filminde kafamıza çok takmamız gereken bir şey değil. Hem yine formlarındalar.

Bu arada ilginç bir not olarak Ann Miller filmde 15 yaşında olsa da yapımcılara yaşının 18 olduğunu söylemiş ve sahte bir doğum belgesi hazırlatıp rolü almış. Ve yaşı küçük olsa da rolünün üstesinden gelmiş. Açıkçası ben de izlerken şüphelenmedim.

Marx Kardeşlerden Zeppo Marx -yine- bu filmde yok (1933'ten itibaren oyunculuğu bırakıp menajerlik ve yapımcılığa konsantre olmuştu). 

Sonuç olarak yine Marx Kardeşler izleyicilerine screwball komedi ile slapstick komedinin güzel bir birleşimini sunuyorlar.

İlgilisine...

21 Kasım 2015 Cumartesi

BLOOD OF THE BEASTS (Le sang des bêtes) - (1949)

BLOOD OF THE BEASTS (Le sang des bêtes)

Korku filmlerinin usta yönetmeni Georges Franju'nun yönettiği bu 20 dakikalık kısa belgeselde Paris'in dışındaki mezbahalarda yaşananları izliyoruz.

Yönetmenin çektiği bu ikinci filmde hayvanların Paris mezbahalarında hangi metotlarla, nasıl öldürüldüklerini izliyor ve mezbahada çalışan işçilerin günlük hayatlarını gözlemliyoruz.

Franju kanlı mezbaha sahnelerine geçmeden önce realist belgesel anlayışından biraz uzaklaşarak neredeyse şiirsel bir şekilde Paris'in varoşlarından görüntüler sunuyor, ardından -sürreal bir şekilde- bir çiftin öpüşmesini izliyoruz. 

Film birçok kişi için izlemesi kolay olmayan kanlı kesim sahneleri barındırıyor. Ancak yönetmen olayları hiç stilize etmeden mezbahada neler olup-bitiyorsa aynen olduğu gibi yansıtıyor. Yargılamadan, duygusallaştırmadan sadece gerçeği, olan şeyleri görüntülüyor. Kendi deyimi ile sinematik gerçekliğe ulaşmaya çabalıyor.

Ancak Franju'ya filmi neden renkli çekmediği sorulduğunda seyirciye itici geleceğini düşündüğünü (kandan dolayı) siyah-beyaz filmin kendine özgü estetiğiyle o görüntüleri seyirci için daha izlenir kıldığını belirtmiştir. Bunu izleyicilerden gelecek tepkilerden sakınıp gerçekçilikten geri adım atmak gibi düşünenler de var.

Bu arada bazılarının filmin İkinci Dünya Savaşı ve savaşta olan korkunç olaylar üzerine bir alegori olduğunu da düşündüğünü de belirtmeliyim. Ancak Franju'nun bu doğrultuda bir açıklamasını bulamadım.

Filmi youtube'da ya da Criterion Collection'dan çıkan Franju'nun başyapıtlarından biri olan Eyes Without a Face adlı filmin DVD'sinde bulabilirsiniz.

İlgilisine...

1 Kasım 2015 Pazar

GIRL SHY - (1924)

GIRL SHY

Yönetmenliğini Fred Newmayer ve Sam Taylor'un yaptığı bu sessiz filmin başrollerinde Harold Lloyd ve Jobyna Ralston var.

Harold Lloyd'un uzun zaman birlikte çalıştığı Hal Roach'dan ayrıldıktan sonra yaptığı bu ilk bağımsız filmin konusu, yine klasik bir Harold Lloyd filmi hikayesi: Kadınlara karşı çok utangaç olan fakir bir terzi çırağı (Lloyd) kendi gözlemleriyle kadınlar hakkında yazdığı bir kitabı Los Angeles'daki bir yayımcıya göstermek üzere yola çıkar. Yolda zengin bir kızla tanışır ve birbirlerine zamanla aşık olurlar. Ardından olaylar gelişir ve asıl kız ve asıl erkek birbirlerinden  talihsizce ayrılır. Yeniden bir araya gelebilecekler midir?

Lloyd'un filmleri o zamanki en büyük rakibi olan Chaplin'in filmlerinin aksine pek sosyal ve politik alt metinler içermiyorlar -genelde aynı hikaye şablonu dönüyor- ama zekice planlanmış gaglar ve tabii ki izleyiciyi diken üstünde tutan tehlikeli aksiyon sahneleri içeriyorlar. Tarzı daha çok Buster Keaton'ın tarzına yakın diyebiliriz.

Filmin son kısmı hiç durmak bilmiyor. Lloyd'un aşık olduğu kızın düğününü durdurmak için zamana karşı verdiği mücadele sinema tarihinin en uzun ve heyecanlı kovalamaca sahnelerinden birini barındırıyor. Özellikle Los Angeles sokaklarında hızla giden tramvay ve at arabası sahneleri yürekleri ağızlara getiriyor. Filmdeki at arabası sahnesinin çekildiği yerleri detaylı analiz eden bir İnternet sitesinin linkini de paylaşayım.Link Lloyd sağ elinin baş parmağı ve işaret parmağı olmamasına rağmen birçok tehlikeli sahnenin üstesinden kendi başına geliyor (filmlerinde sağ eline özel bir eldiven giyiyor). At arabası sahnesinde Lloyd'un dublörünün ismini ise maalesef henüz bulamadım; dublör gerçekten çok iyi ve ismi zikredilmeyi hak ediyor.

Bu usta aksiyon komedyenin ikonikleşmiş Safety Last filminin yanında Girl Shy, Speedy, The Milky Way ve The Freshman'ı da tavsiye ederim. Bu filmler de sizi kesmezse -beni kesmediği gibi- komedyenin en iyi kısa ve uzun metraj filmlerinin yer aldığı Harold Lloyd DVD Collection güzel bir çözüm olacaktır. Bu efsanevi komedyenle gülecek, heyecanlanacak ve güzel vakit geçireceksiniz.

İlgilisine...

25 Ekim 2015 Pazar

NYMPHOMANIAC - Chapter-4: DELIRIUM

NYMPHOMANIAC - Chapter-4: DELIRIUM


Lars von Trier'in yönettiği filmin bu bölümünde büyük hayranlık beslediği Ingmar Bergman ve Andrei Tarkovsky ile sinematik ve tematik açıdan belirgin bir şekilde bir araya geliyor, buluşuyor.

Bu bölüm siyah-beyaz... Dış mekanlar (hastane bahçesi gibi) bana Tarkovsky'nin sinematografisini(Ivan's Childhood gibi), iç mekanlar ise Bergman'ın Nykvist dönemi siyah-beyaz sinematografisini hatırlattı. Tabii sadece aydınlatma açısından; kamera kullanımı, hareketleri ve kompozisyonel açıdan değil.

Lars von Trier'in film boyunca kullandığı ağaç sembolü başlı başına Tarkovsky'e ve onun şiirsel yaşam-ölüm, "bağ" temalarına açık bir referans. Jo ve babası arasındaki ilişki ve sahneler de hep ağaçlarla çevrili. Nitekim bu bölümde de Jo hastane bahçesinde gördüğü bir ağaçtan kopardığı yaprakları ölüm döşeğindeki babasına getirir ve üzerine konuşurlar.


Ingmar Bergman'ın ölüm temaları ise (ölüm korkusu, ölümü bekleme, can çekişme gibi) bu bölümde bir hayli belirgin, hatta bölüme tamamen hakim (Bergman'ın Silence ve Cries and Whispers gibi unutulmazlar filmlerindeki gibi) diyebiliriz.

Yine Trier daha önceki filmlerinde olduğu gibi (ör: Antichrist) bireyin seksi, iç sıkıntılarından ve düşünsel acılarından kaçmak için kullanmasını -babası kötüleştikçe artarak-  Jo'nun bu bölümde girdiği cinsel ilişkilerde gösteriyor.

Filmin bu bölümü Yönetmen Kurgusu'nda yaklaşık yedi buçuk dakika daha uzun (440 sn.). Sinema versiyonunu izlemediğimden Yönetmen Kurgusuyla aralarındaki farkları yazamayacağım. Ancak movie-censorship.com sitesi bunu benim yerime yapmış, Link .

Bu arada filmin sinema versiyonunu izleyememiştik çünkü filmin (yetişkinler için yapılmış olup 18+ ibaresi alsa da) Türkiye'de (devletimizin uygun görmemiş olmasından ve devletimizin yetişkinlerin neyi izleyip neyi izleyemeyeceğine karar verebilme yetkisi olduğundan!) gösterimi yasaklanmıştı. Link

Bu bölümde Christian Slater ve Stacy Martin (film genelinde olduğu gibi) gayet iyi performanslar sergiliyorlar.

Lars von Trier yine izleyicilerini diğer birçok yönetmenin götüremediği durumlara, hayatlara, karakterlere ve diyaloglara götürüyor; tabuları yıkıyor ya da zorluyor.

İlgilisine...

imdb

4 Ekim 2015 Pazar

SWING TIME - (1936)

SWING TIME

Fred Astaire ve Ginger Rogers'ın başrollerini paylaştığı bu müzikalin yönetmen koltuğunda ise George Stevens var.

Filmin kısaca konusu: Bir kumarbaz ve dansçı olan John "Lucky" Garnett (Astaire) kendi düğününe geç kalır. Nişanlısının babasına kendini kanıtlamak için 25000 dolar kazanıp geri dönecek ve Margaret ile evlenecektir. Lucky ve arkadaşı Cardetti New York'un yolunu tutarlar. New York'ta Lucky bir dans öğretmeni olan Penny (Rogers) ile tanışır ve olaylar gelişir. Bir romantik fantezi hikayesi olan filmin senaryosunu Erwin S. Gelsey'in öyküsünden Howard Lindsay ve Allan Scott uyarlamış.

Filmde tap danstan, swinge ve balo danslarına kadar çeşitli dans rutinleri mevcut. Özellikle filmin sonlarına doğru izlediğimiz "Never Gonna Dance" sahnesindeki Astaire ve Rogers'ın dansı unutulmaz. Anlatılanlara göre Astaire bu sahnedeki dansın kusursuz icra edildiğinden emin olana kadar sahneyi 47 kez tekrar ettirmiş. Rogers'ın ayakları şişip, kanasa da sonuna kadar partnerine eşlik etmiş.

Bir de Hermes Pan'ın kareografisini yaptığı ve En İyi Dans Yönetimi Oscar'ına (artık günümüzde olmayan bir kategori) aday olduğu "Bojangles of Harlem" dans rutini var. Fred Astaire'in kendisine ait üç gölgeyle yaptığı dans bir hayli sinematik. Yalnız bu sahnede Astaire bir siyahı canlandırdığı için yüzünü siyaha boyaması günümüzün politik doğrucu kesimleri tarafından eleştirilebiliyor. Bu tarz sahnelerin o yıllarda ve sonrasında filmlerde birçok örneği var. [En azından Warner Bros. Disney gibi bu sahneleri çıkararak tarihi değiştirmeye çalışmamış. Bahsettiğim olay: Disney'in Fantasia adlı klasik animasyon filminin DVD baskısında Sunflower adlı siyahi karakterin yansıtılışının günümüzde ırkçı ya da negatif görülebilir diye filmden çıkartılmış olmasıdır (en azından sinema tarihi açısından bir de filmin kesilmemiş versiyonunu çıkarsalardı). Kısaca Warner Bros. bu konuda daha duyarlı ve kendi çizgi filmlerinde de sansüre gitmiyor, sadece çizgi filmin başında kısa bir uyarı yazısı beliriyor o kadar. Neyse, konumuza geri dönelim...]

Filmin bestelerini Jerome Kern yaparken şarkı sözlerini ise Dorothy Fields yazmış. Özellikle artık bir klasik olan ve o yıl En İyi Şarkı Oscar'ını kazanan "The Way You Look Tonight" adlı şarkı filmin lokomotif şarkısı diyebiliriz.

Kısaca: Yardımcı oyuncular Victor Moore (Cardetti) ve Helen Broderick (Mabel) de rollerinde gayet başarılılar. Filmin sanat yönetmeni -bu filmden önce iki Astaire-Rogers filminde En İyi Sanat Yönetmeni Oscar'ına aday olan- Van Nest Polglase ve kanımca yine iyi bir iş çıkarmış. Sinematograf koltuğunda ise dönemin ünlü müzikallerine imza atmış olan David Abel var. Kostüm tasarımları ise (özellikle Rogers'ın elbiseleri) Bernard Newman'a ait.

Swing Time Astaire-Rogers'ın birlikte rol aldıkları dokuz müzikalin beşincisi ve ikilinin en iyi filmlerinden biri.

İlgilisine...

imdb

1 Eylül 2015 Salı

SUMMER INTERLUDE - (Sommarlek) - (1951)

SUMMER INTERLUDE

Yönetmenliğini Ingmar Bergman'ın yaptığı filmin başrollerinde Maj-Britt Nilsson ve Birger Malmsten var.

Başarılı bir balerin olan Marie'nin gazeteci sevgilisiyle duygusal yakınlık kurmakta sorunları vardır. Bir gün Marie'ye postadan bir günlük gelir. Kimin gönderdiğini bilmese de günlüğün kime ait olduğunu bilmektedir. Günlüğün gelmesiyle Marie kendini 13 yıl öncesinin izlerini takip ederken bulur. Ve biz de genç Marie ile utangaç bir öğrenci olan Henrik'in trajik bir sonla biten yaz aşkını izlemeye başlarız.

Maj-Britt Nilsson filmde sergilediği oyunculuğuyla parlıyor. Oyuncu daha önce yine Bergman'la To Joy (Till glädje) adlı filmde birlikte çalışmıştı. Ayrıca Birger Malmsten ve Georg Funkquist de rollerinde gayet başarılı performanslar sergiliyorlar.

Filmde Bergman'ın gelecekte anlatmakta ustalaştığı ölüm, hayat, bireyin kendini izole etmesi, geçmişten kaçamamak, cinsellik, cinsel özgürlük, din gibi temaların izlerini ve gelişimini görüyoruz. Ayrıca filmde Bergman çok sevdiği iki şey olan sinema ve sahne sanatlarını da bir araya getiriyor (aynı şeyi gelecek birçok filmde de yapmıştır).

Teknik ve artistik açıdan da Bergman'ın insan yüzlerinin yakın çekimlerini kullanımında, ayna ve yansıma kullanımlarında, mizansende, sembolizm ve ses kullanımındaki ustalığını arttırdığını bu filmde görüyoruz. Bu arada filmde Bergman'ın hikaye anlatımında animasyonu kullandığı çok güzel bir sahne de var.

Ne zaman izlesem içime bir şekilde dokunan bu filmin sinematografisi Bergman'ın Sven Nykvist öncesi filmlerinin bir çoğunu çeken ve siyah-beyaz sinematografinin büyük ustalarından olan Gunnar Fischer'a ait.

İlgilisine...

1 Ağustos 2015 Cumartesi

KANAL - (1957)

KANAL

Yönetmenliğini Andrej Wajda'nın yaptığı bu politik alt metinli savaş-gerilim filminin senaryosunu Jerzy Stefan Stawinski kendi hikâyesinden uyarlamış.

Kanal Andrej Wajda'nın günümüzde Savaş Üçlemesi olarak adlandırılan üçlemesinin ikinci filmi. Aynı zamanda Wajda'nın da ikinci uzun metraj filmi. Üçlemedeki filmler: A Generation, Kanal ve Ashes and Diamonds.

Film yıkılmış Varşova görüntüleriyle açılır. Başarısızlıkla sonuçlanan Varşova Ayaklanmasının son günlerindeyiz... Teğmen Zadra ve komutasındaki 43 kişinin yaşadıklarına şahit olmaya, Zadra'yı ve grubun içindeki birçok karakteri tanımaya başlarız. Kısa bir süre sonra karargahtan geri çekilme emri gelir. Kanalizasyonu kullanarak geri çekileceklerdir. Ancak Naziler kanalizasyona zehirli gaz verince grup panikler ve bölünür. Gaz ve kanalizasyonun kendi zehirli havası direnişçileri etkilemeye başlar. Yukarıda olduğu gibi yer altında da bir ölüm-kalım savaşına başlarlar.

Wajda'nın kamerası sürekli hareket halinde aynı karakterleri gibi... Mizansenleri ve kadrajları özenle planlanmış. Film atmosferiyle izleyiciyi sarıyor. Özellikle kanalizasyon sahnelerindeki aydınlatma; kameranın konumu, hareketleri ve açıları klostrofobi hissini başarıyla sağlıyor. Filmin sinematografisi Jerzy Lipman'a ait.

Filmin senaryosu ise günümüzde artık klasikleşmiş bir şablonu izliyor. Önce karakterlerimizi tanıyor, onlarla duygusal bağlar kuruyoruz. Sonra onlara çok tehlikeli, ölümcül bir görev veriliyor. Ardından duygusal bağ kurduğumuz bu karakterleri görevlerinde verdikleri mücadelede başarılı olup-olmayacaklarını, hayatta kalıp-kalmayacakları merak ederek, heyecanla izliyoruz. Aklıma hızla gelen diğer birkaç örnek: Seven Samurai, The Dirty Dozen, Saving Private Ryan, Jaws, Munich (Spielberg bu konuda ve özellikle erkekler arasında bağlar kurmada ve yansıtmada ustadır), Angel(dizi)'ın final bölümü ve Aliens gibi...

Bu arada Aliens demişken James Cameron Kanal filminden etkilendiğini ve Aliens'ın atmosferine yansıttığını söylemişti.(Ama o röportajı nerede okudum ya da nerede izledim şu an hatırlayamıyorum.) Ki, Aliens'daki Ripley karakteri gibi bu filminde en güçlü karakteri (bana göre) bir kadın: Daisy (Teresa Izewska).

Film 1957 yılında Cannes'da Altın Palmiye'ye aday olmuş ancak törenden Büyük Juri Ödülü ile ayrılmış. [Ödülü Ingmar Bergman'ın efsanevi filmi The Seventh Seal (Yedinci Mühür) ile paylaşarak].

İlgilisine...

imdb

1 Temmuz 2015 Çarşamba

WHERE THE SIDEWALK ENDS - (1950)

Where the Sidewalk Ends

(spoiler/sürpriz bozan içerir.)

Yönetmenliğini Otto Preminger'in yaptığı bu klasik noir filmin başrollerinde Dana Andrews ve Gene Tierney var. Filmin senaryosunu ise William L. Stuart'ın Night Cry adlı romanından usta senarist Ben Hecht uyarlamış.

Babası eski bir suçlu olan Detektif Mark Dixon (Andrews) polis teşkilatında suçluları hızla yakalamanın yanı sıra onları sertçe cezalandırmasıyla da ünlenmiştir. Bu yüzden rütbesi bile düşürülür. İşlenen bir cinayetin şüphelisi olan Ken Paine'i evinde sarhoş bir hâlde bulur. Çıkan arbedede Mark attığı yumrukla Ken Paine'i öldürür. İnsanların onun bu işi kasıtlı yaptığını düşünmesinden korkan Mark cesetten kurtulup cinayeti örtbas eder.

Soruşturma devam ederken Mark kazayla öldürdüğü Paine'in ayrıldığı eşi olan Morgan (Tierney)'la yakınlaşmaya başlar.

Gelişen olaylar sonucunda polis Paine'in cinayet zanlısı olarak Morgan'ın babasını suçlar. Mark kendiyle ahlaki bir çatışmaya girer. Sevdiği kadının suçsuz babasının onun yerine hapse girmesine izin mi verecektir; suçu başkasına mı yıkacaktır yoksa sorumluluk alıp suçunu itiraf mı edecektir?..

Ben Hecht her zamanki gibi noir filmlerin usanmış, sinik, one-liner karakterlerinin repliklerini ustaca yazmış. Filmin uyarlandığı kitabı okumadığım için senaryoyla bir kıyaslama yapamayacağım.

Bu arada filmin finalinde Mark zarfı alıp yırtsaydı filmin finali bana göre daha dramatik, daha etkili ve karanlık olabilirdi (evet, bu dramatik yapıyı bozabilirdi, ahlak bekçilerini kızdırabilirdi ama daha çarpıcı olabilirdi; en azından ben daha memnun ve mutlu olurdum:) )

Otto Preminger çekmekte uzmanlaştığı noir filmlere başarıyla bir yenisini daha eklemiş.

Dana Andrews'un performansı gayet başarılı. Gene Tierney rolü gereği biraz geride kalmış ama performansı vasat değil ve onu izlemek benim için her zaman bir zevk. Bu arada yardımcı oyuncular da gerçekten başarılı. Özellikle Gary Merrill, Tom Tully ve Karl Malden...

Daha önce yine aynı ekiple çekilen (Preminger, Dana Andrews ve Gene Tierney) Laura adlı filmde En iyi Görüntü Yönetmeni Oscar'ını alan Joseph LaShelle'in bu filmdeki siyah-beyaz görüntü çalışması 40'lı ve 50'li yılların noir filmlerinin tüm görsel özelliklerini taşıyor.

İlgilisine...


TWO DAYS, ONE NIGHT (Deux jours, une nuit) - (2014)

TWO DAYS, ONE NIGHT  (İKİ GÜN ve BİR GECE)

Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne kardeşlerin yazıp yönettiği filmin başrollerinde Marion Cotillard ve Fabrizio Rongione var.

Yazın geçirdiği depresyon tedavisinden ötürü çalışamayan Sandra iş yerine geri döner. Ancak işvereni Sandra'sız da işi yürütebildiğini (çalışanlara 3 saat fazla mesai yazarak) anlamıştır. Çalışanlarını 1000 Euro'luk ikramiye ile Sandra'nın işe yeniden başlaması arasında seçim yapmaya zorlar. Açık oylamada 16 çalışanın çoğu ikramiyeyi seçer. İşsiz kalan Sandra bir iş arkadaşının yardımıyla pazartesi günü kapalı bir oylama yapılması için patronunu ikna eder. Sandra iki gün ve bir gece boyunca 16 iş arkadaşını alacakları ikramiye yerine onun işte kalması için oy vermeye ikna etmeye çalışarak geçirecektir.

Marion Cotillard, Sandra rolünde başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Oyuncu, Sandra karakterinin filmin başındaki kırılgan ve güvensiz halinden filmin sonundaki nispeten daha güçlenmiş ve hayata bağlanmış evresine kadar geçirdiği tüm duygusal evreleri başarıyla sergiliyor. Bu roldeki performansıyla Cotillard'ın Oscar'a aday olduğunu da belirtmeliyim. Ayrıca yardımcı oyuncular da gayet iyi performanslar sergiliyorlar.

Dardenne kardeşlerin klasik temalarından olan işini kaybetmek istemeyen/iş arayan ana karakterin bu uğurdaki mücadelesini izliyoruz. Bu temayı kullandıkları diğer filmlerinden aklıma ilk gelen 1999 yapımı Rosetta... (Bu arada Rosetta'nın o finaldeki tüp taşıma sahnesi beni çok etkilemiş ve hafızamda yer etmiştir.)

Dardenne kardeşlerin kamerası her zamanki gibi oyuncuları bir belgesel kamerası gibi takip ediyor ve onların yaşadıklarına tanıklık ediyor. Görüntü yönetmeni, Dardenne kardeşlerin daha önceki filmlerinde olduğu gibi, Alain Marcoen.

Özetle, Dardenne kardeşler izleyicilerini kapitalizm eleştirisi, umutla umutsuzluk arasında gidip gelmeler, dayanışma gibi temalarla sarılı duygusal ama gerçekçi bir yolculuğa çıkarıyorlar. 

İlgilisine...

2 Haziran 2015 Salı

SECONDS - (1966)

 SECONDS

John Frankenheimer'ın yönettiği bu dram-noir-psikolojik gerilim filminin başrolünde Rock Hudson var.

Frankenheimer'ın bu düşük bütçeli kişisel projesinin senaryosunu David Ely'nin aynı adlı romanından Lewis John Carlino uyarlamış.

Ana karakterimiz Tony Wilson (Rock Hudson) toplumsal normları takip etmiş, çok çalışmış ve finansal açıdan bir hayli başarılı olmuştur. Ama duygusal açıdan iç dünyasında ve ilişkilerinde başarısız olmuştur. İçinde büyük bir boşluk vardır. Hayatında yeni bir sayfa açmak ister. Yeniden başlamak, her şeyi farklı yapmak, yeniden doğmak... İşte bu aşamada karşısına "Şirket" çıkar.

Seconds alt metninde Amerikan Rüyası'nı eleştiren ve döneminin paranoyalarını, özgürlük arayışlarını yansıtan bir yapıt. Ayrıca orta yaş krizi, boşa harcanan hayatlar ve yeniden başlamanın zorlukları üzerine de bir film.

Frankenheimer ve filmin görüntü yönetmeni John Wong Howe'un görsel çalışması gerçekten başarılı. Kamera kullanımı, aydınlatma, kompozisyonlar ve lens seçimi filmin atmosferini ve ana karakterinin psikolojisini başarıyla aktarıyor. Howe filmdeki çalışmasıyla En İyi Görüntü Yönetmeni Oscar'ına aday olmuş.

Bu arada filmin kurgusu da çok başarılı ve bence en azından kurgu kategorisinde de bir akademi ödülü adaylığını hakkediyor. Kurguda David Newhouse ve Ferris Webster var.

Jerry Goldsmith'in müziğini ve Saul Bass'ın jeneriğini de unutmamalı.



Yıllar içinde yavaş yavaş kült statüsüne ulaşmış olan filmin Türkiye'de dvd ya da blu-ray baskını bulamadım. Ama yurt dışındaki İnternet sitelerinden temin edebilirsiniz.

İlgilisine...

1 Haziran 2015 Pazartesi

CANNIBAL HOLOCAUST - (1980)

 Cannibal Holocaust

Sinema tarihinin en tartışmalı korku filmlerinden biri olan Cannibal Holocaust'un yönetmenliğini Ruggero Deodato yapmış. Senaryosu ise Gianfranco Clerici'ye ait. Filmin başrollerinde Carl Gabriel York, Robert Kerman, Perry Pirkanen, Francesca Ciardi ve Luca Barbareschi var.

Amazon'un tehlikeli ve "beyaz adamın" hiç gitmediği yerlerine dört belgesel yapımcısı genç ellerinde kameraları ve silahlarıyla giderler. Bir süre sonra gruptan haber alınamayınca Profesör Harold Monroe onları aramaya çıkar; ancak çok geç kalmıştır. Gençlerden geriye kalmış tek şey olan filmleri alıp modern dünyaya geri döner. Filmlerden bir belgesel yapmak isteyen bir yayın kuruluşu profesörü ekibe davet eder. Profesör filmleri izledikçe gençlerin neler yaptıklarını ve karşılığında başlarına nelerin geldiğini keşfeder. 

Film -insanın ister modern dünyada, ister vahşi doğada yaşayanı olsun- insanlığın içindeki o ortak yıkım verme arzusunu ve acımasızlığını eleştiriyor diyebilirim.

Yönetmen Deodato'nun film için çıkış noktası o yıllarda İtalyan televizyonunda "gerçek" şiddet olaylarına ait görüntülerin tüm açıklığıyla gösterilirken, "kurgu" olan filmlerin sansürleniyor olması olmuş. Kısaca yönetmen medyanın sansasyon arayışını da eleştirmek istemiş.

Filmde bolca cinayet, tecavüz, yamyamlık, cinsel şiddet, gore kanlı sahneler ve hayvanlara eziyet mevcut. Özellikle hayvanlara eziyet ve öldürme sahneleri bir hayli tartışma götürmüş.

Filmin pek çok ülkede gösterimi yasaklanmış olsa da elde ettiği gişe başarısı, devam filmlerine ve ona benzer birçok filmin yapılmasına sebep olmuş.

Yıllar içinde kült hâline gelen film birçok yeni nesil sinemacıyı etkilediği gibi (Tarantino), dramatik yapısıyla da birçok korku filmine ilham vermiş (Blair Cadısı).

Filmin Türkiye'de dvd ya da blu-ray baskısı yok. Ama filmi yurt dışından temin edebilirsiniz. Ancak sipariş vermeden önce bilmeniz gereken şey filmin birçok farklı kurgusunun olması. Amerika'da Grindhouse'dan çıkan baskısı kesilmemiş (sadece bir-iki diyalog, bu kesinti neredeyse tüm baskılarda var); İngiltere'de Shameless'den çıkan baskısında ise filmin iki versiyonu var: Birinde hayvanlara eziyet sahneleri kesilmiş; diğer versiyonda ise bizzat yönetmen tarafından şiddet sahnelerinin azaltıldığı bir kurgu ortaya konmuş.

Ancak belirtmeliyim ki; eğer korku-istismar türüne özel bir ilginiz yoksa, sinefil değilseniz ve sinema tarihini araştırmıyorsanız belki de başka bir film seçip izlemelisiniz.

İlgilisine...

31 Mayıs 2015 Pazar

STAND BY ME - (1986)

STAND BY ME

Yönetmenliğini Rob Reiner'ın yaptığı filmin senaryosunu Stephen King'in "Body" adlı kısa öyküsünden Raynold Gideon ve Bruce Evans uyarlamış. Filmin senaryosu En İyi Uyarlama Senaryo dalında 1987'de Oscar'a aday gösterilmiş.

Filmin başrollerinde Wil Wheton, River Phoenix, Corey Feldman ve Jerry O'Connell var. Yardımcı rollerde ise Kiefer Sutherland ve John Cusack dikkat çekiyor. Kendisi de bir aktör olan Rob Reiner oyuncularından çok iyi performanslar alabilmeyi başarmış. Özellikle -genç yaşta ölen- River Phoenix'in oyunculuk yeteneği parlıyor.

Bu yol filminde kayıp bir çocuğun cesedini bulup, görmek için birlikte yolculuğa çıkan dört çocuğun dostluk, büyüme ve yüzleşme hikayelerini izliyoruz.

Stephen King'in öyküsünün merkezinde ana karakter River Phoenix'in canlandırdığı Chris karakteriyken, Rob Reiner kendi çocukluğuna daha yakın bulduğu, daha güçlü bağlar kurduğu Gordie karakterini filmin merkezine koymuş.

Stephen King filmden, eserleri arasından uyarlaması düzgün yapılmış ilk film olarak bahsediyor.

Bu arada filme ismini veren -geçtiğimiz aylarda ölen- Ben E. King'in ünlü şarkısı "Stand by Me". Sadece bitiş jeneriğinde çalsa da filmin içinde tematik müzik olarak melodisi kullanılmış. Filmin popüler olmasıyla Stand by Me 25 yıl sonra yeniden müzik listelerinde İlk On'a girmiş.

Yıllar önce izlediğim bu filmi yeniden izlerken kendi çocukluk anılarıma dönmediğimi, eski arkadaşlarımı düşünmediğimi söylesem yalan söylemiş olurum.

İlgilisine...

ALEXANDER PAYNE'İN ORTAK KARAKTER TEMALARI

ALEXANDER PAYNE'NİN ORTAK KARAKTER TEMALARI




Warren Schmidt (About Schmidt), Miles Raymond (Sideways), Matt King (The Descendants) ve Woody Grant (Nebraska).

Kısa Analiz Notları:

Yolculuk:

Warren, kızının Randall ile evlenmesini engellemek için düğünden bir süre önce yolculuğa çıkar. Amacı Jeannie ile konuşup onu evlilikten vazgeçirmektir.

Miles'ın en iyi dostu Jack evlenmek üzeredir. Miles ve Jack evlilik öncesinde bir haftalığına erkek erkeğe eğlenip rahatlamak için şarap ile özdeşleşmiş Santa Ynez Valley'e giderler.

Matt ve kızı, Elizabeth'in gizli aşığını bulmak için yolculuğa çıkarlar.

Woody kendisine büyük ödül çıktığına inanarak ödül parasını almak için Nebraska'ya doğru yola çıkar. Oğlu David ona yolculuğunda eşlik eder.


Duygusal Yolculuk:

Aile/dost bağları pekişir. Aile fertleri birbirlerinin gerçek karakterlerini, gerçekte kim olduklarını keşfederler. Hayat amacı ve umut bulunur. Varoluşsal açıdan bir iz bırakılır. Yalnız karakterler yalnızlıklarını giderecek birini ya da amaç/tatmin bulurlar.


Biri Tarafından Gerçekten Anlaşılma İhtiyacı/Tanınma:

Schmidt bu konuda pek şanslı değildir. Ama arayışını karavanda Vicki Rusk'a ifade eder:
- I’ve only known you for an hour or so, and yet I feel that you understand me better than my wife Helen ever did—even after 42 years of marriage. / Seni tanıyalı neredeyse bir saat kadar oldu ama senin beni, eşim Helen'ın 42 yıllık evliliğimizde beni tanıyıp/anlayabildiğinden çok daha iyi anladığını düşünüyorum. 

Maya'nın Miles'a gönderdiği sesli mesajda söylediklerine Miles'ın verdiği tepkiden Maya'nın Miles'ı anladığını anlarız.

Matt sonunda Elizabeth'i anlar. Kızlar babalarının gerçekte nasıl biri olduğunu anlar/tanırlar.

Woody oğlu David tarafından anlaşılır. Zaten film boyunca yaptıkları yolculukta babasının o zamana kadar bilmediği yönlerini keşfetmiş, gerçekte nasıl biri olduğunu öğrenmiştir.


Atalar:

Warren yolculuğu sırasında çeşitli müzeleri ve Amerika'ya gelen ilk göçmenler hakkında düzenlenmiş bir müzeyi ziyaret eder. İlk Amerikalı ataları hakkında konuşur.

Matt'in 1800'lü yıllardan beri tüm ailesi, ataları Hawaii'deki topraklarında yaşamıştır. Evinin duvarlarında atalarının fotoğrafları vs. vardır.

Woody ve David yolculukları sırasında Rushmore dağını ziyaret ederler.


Çocukluk evi ziyaretleri:

Warren Nebraska'dan geçerken doğup büyüdüğü evi ziyaret etmek ister. Ancak evleri yıkılmış ve yerine araba lastiği satan bir dükkan yapılmıştır. Schmidt içeri girip anılarını tazeler.

Miles annesini ve dolayısıyla doğup büyüdüğü evi ziyaret eder.

Matt'in evi de toprakları da ailesinin nesil nesil anılarını, izlerini taşımaktadır.

Woody -artık harap halde olan- doğup büyüdüğü evi ziyaret eder.


Aldatan/Terk eden eşler ve Affedilmeleri:

Warren eşi Helen tarafından aldatılmıştır. Warren öğrendiğinde çok kızsa da sonra Helen'i affeder.

Miles, eşi Victoria'dan boşanmıştır. Ama hâlâ ona aşıktır. Victoria'nın başkasıyla evleneceği öğrenince öfkelenir. Bu duruma sanki aldatılma, ihanet olarak bakar. Jack'in düğününün sonundaki Miles ve Victoria'nın yaptıkları konuşmada Miles'ın haksız olduğunu kabullenip Victoria'yı affettiği hissedilir.

Matt, eşi Elizabeth'in başka biriyle ilişkisi olduğunu keşfeder. Filmin sonunda  Elizabeth'i affeder.


Aileler ve Aile bireylerinin ilişkileri/Eksantrik Aile Karakterleri:

Hepsinin eksantrik aile fertleri ve arkadaşları vardır.

Warren ve Matt'in kızlarının eş/sevgili/arkadaş (Randall ve Sid) dürüst, içten, iyi niyetli ama içlerinden geldiği gibi konuşan, yer yer kaba olan karakterlerdir.

Cinselliği rahat ifade eden karakterler: About Schmidt'te Kathy Bates'in canladırdığı Roberta, Sideways'de Jack, Nebraska'da Kate Grant.

Çıkarcı aile fertleri. The Descendants'da Matt'in ailesinden Kuzen Hugh ve diğerleri. Nebraska'da Woody'nin büyük ödül kazandığını düşünen birçok akrabası...


Yenik halde eve dönüş ve yükselen umut/yeni bir başlangıç:

Schmidt filmin sonunda evine başarısız bir hâlde döner. Ama Ndugu'nun mektubu ona umut verir.

Miles eve başarısızlık içinde döner. Ama daha sonra Maya'nın telefonu gelir ve ardından Miles Maya'nın kapısını çalar.

Matt'in eşi ölür. Ailesi geçmişlerinin izlerini taşıyan araziyi satmak hususunda anlaşmışlardır. Ancak Matt bu fikirden vazgeçer ve ailesinin topraklarını satmayı reddeder. Mücadeleye başlar.

Woody'e piyangodan büyük bir ödül çıkmamıştır ve bundan dolayı da çok istediği kamyoneti elde edememiştir, başarısız olmuştur. David babasına istediği kamyoneti alır. Woody kamyonetini eski kasabasında eski dostlarının/akrabalarının arasında sürerek istediğini, aradığı tatmini elde eder.

Taşıtlara İlgi/Yan karakter olarak taşıtlar:

Schmidt'in Winnebago Adventurer karavanı. Miles'ın kırmızı Saab'ı. Woody'nin kamyoneti.


Ek Not: Yine Alexander Payne'nin yazıp yönettiği 1999 yapımı "Election" adlı filmde Matthew Broderick'in canlandırdığı Jim McAllister da Omaha, Nebraska'lı; aynı Schmidt, Woody ve tabii ki yönetmen Alexander Payne gibi. O da Miles gibi bir lise öğretmenidir ve eşinden boşanmıştır. Tarih ve Atalar ile ilintili olarak da Jim öğretmenlikten atılınca Amerikan Doğal Tarih Müzesi'nde çalışmaya başlar.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

DIAL M FOR MURDER - 3D - (1954)

 Dial M for Murder!  (Cinayet Var!) - 3-Boyutlu

Alfred Hitchcock'un yönettiği bu gerilim klasiğinin başrollerinde Grace Kelly, Ray Milland, Robert Cummings ve John Williams var.

Filmin senaryosunu Frederick Knott kendi oyunundan uyarlamış.

Film genel olarak birçok Hitchcock filmindeki gibi kusursuz bir cinayet planının olup olmadığını sorguluyor diyebiliriz.

Hitchcock filmi 1954'de -büyük ihtimalle stüdyo baskısıyla- 3-boyutlu olarak çekmiş. Muhtemelen 50'li yılların başlarında başlayan ve çok tutulan 3-boyutlu filmler furyasına ondan katılması istenmiş. (3-boyutlu filmlerin o altın yıllarında stüdyolar arasında -şimdiki gibi- bu format üzerine büyük bir rekabet vardı. Aynı yıl Universal'den Creature from Black Lagoon adlı korku klasiği de gösterime çıkmıştı. Onun da zamanına göre iyi bir 3-boyutlu film olduğunu belirtmeliyim. Neyse konuya dönelim...) Ancak Dial M for Murder gösterime çıktığında seyircinin 3-boyutlu filmlere olan ilgisi söndüğünden film sinemalarda daha çok 2-boyutlu olarak gösterilmiş. Hitchcock 3-boyutlu filmler furyasının sonuna denk geldiğini kendine özgü esprili diliyle ifade etmiştir.

Sonunda filmin 3-boyutlu versiyonu 2012 yılında blu-ray olarak yayınlandı. Böylece ben de filmi 3-boyutlu olarak izleme fırsatına ulaştım. Söylemeliyim ki Hitchcock 3. boyuta da bir hayli hakim. Her zamanki gibi kompozisyonları, kamera hareketleri ve kurgusu detaylıca planlanmış. Hitchcock, 3.boyutlu formatın ekrana getirdiği derinliği filminde başarıyla kullanıyor ama z eksenini hiç de öyle abartılı ve gereksiz yere kullanmıyor. Bu arada belirtmeliyim ki o ünlü cinayet sahnesinde Grace Kelly'nin masanın üzerinde mücadele ederken dehşet içinde uzattığı eli ekranın içinden çıkıp bana doğru uzandığında uzanıp yardım etmemek için kendimi zor tuttum.

Filmin görüntü transferi çok iyi değil, ses transferi de pek kusursuz sayılmaz (kesinlikle kapsamlı bir restorasyona ihtiyacı var) ama bir Hitchcock hayranıysanız bence bu filmi bir de 3-boyutlu olarak deneyimlemelisiniz.

İlgilisine...

imdb

1 Mayıs 2015 Cuma

DAS BOOT - (1981)

Das Boot (Denizaltı)

-ALARM!!!

Wolfgang Petersen'ın yönettiği bu klasiğin başrollerinde Jürgen Prochnow, Herbert Grönemeyer ve Klaus Wennemann var.

Film, 1942 yılında İngiltere'ye sevkiyat yapan gemileri batırmak için gönderilen bir Alman denizaltısında yaşanılanlar anlatıyor. Ancak denize açıldıktan bir süre sonra avcılar av durumuna düşerler. Ve bir hayli klostrofobik ve yüksek gerilimli bir hayatta kalma mücadelesi başlar.

Filmin senaryosunu Lothar G. Buchheim'ın aynı adlı romanından Wolfgang Petersen uyarlamış. Wolfgang Petersen senaryoyu hem sinema için hem de televizyon için tasarlayarak yazmış. Çünkü film; İngiliz, Alman ve Fransız televizyonlarının desteğiyle yapıldığından televizyon kuruluşları filmi bir mini-dizi olarak yayınlayabilmek için yaklaşık 5 saatlik bir televizyon versiyonunun/kurgusunun olmasını talep etmişler.

Bunca yıl 293 dakikalık televizyon versiyonunu izleme fırsatım hiç olmadı. Ama dvd'sinin varlığını keşfettim. İzledikten sonra buraya dönüp ek bilgi yazacağım.

Yönetmen, askerlerin psikolojik ve fiziksel değişimlerini yansıtmaya büyük titizlik göstermiş. Ayrıca gerçekçiliği arttırmak için yan rollerdeki askerleri oynamaları için Almanya'nın çeşitli bölgelerinden farklı yerel aksanlarda konuşan kişiler seçilmiş.

Klostrofobiyi arttırmak için yönetmen ısrarla -duvarları sökülebilen bir setten ziyade- dar setlerde ve ellerinde bulunan denizaltında çekim yapmayı tercih etmiş.

Filmin bestecisi Klaus Doldinger'in müzikleri hafızalarda yer ediyor. Görüntü yönetmeni Jost Vacano'nun kamera ve ışık çalışmasının bu filmden sonra çekilen birçok denizaltı filmine referans oluşturduğunu da belirtmeliyim. Kurgu da ise uzun yıllar Wolfgang Petersen'la çalışan Hannes Nikel var.

Setler ve denizaltının tasarımı gerçeğine bir hayli uygun olarak tasarlanmış ve inşa edilmiş. Filmin prodüksiyon dizaynı ve sanat yönetimi Rolf Zehetbauer ve Götz Weidner'e ait. Bu arada aynı yıl gösterime giren Raiders of the Lost Ark'da (Kutsal Hazine Avcıları-Indiana Jones) kullanılan denizaltı ve hangar Das Boot'da kullanılan denizaltı ve hangar. Spielberg kısa süreliğine denizaltı ve seti kiralayıp kullanmış ama kiralayan firma Das Boot ekibine haber vermeyince küçük bir kriz oluşmuş tabii...

Buraya kadar iyi güzel ancak bir problem var. Bu denizaltı bir Nazi denizaltısı... Ancak ne Kaptan ne de subayları pek Nazi hayranı değiller. Bu durum denizaltıya gönderilen (Hubertus Bengsch'ın canlandırdığı) Nazizm benimsemiş 1.Teğmen'le aralarındaki atışmalarda açıkça görülüyor. Ayrıca Alman Donanması Amiral'inin fotoğrafı üzerinde gezen kara sineğin olduğu sahne de filmin Nazi'lere hiç sempati beslemediğini gösteriyor. Wolfgang Petersen politikadan daha çok insanın bulunduğu duruma, psikolojisine, ilişkilerine; savaşın acımasızlığına ve kaosa odaklanmış. Ama yine de bazı eleştirmenler özellikle de Alman eleştirmenler filmdeki bazı karakterlere fazla sempati gösterildiğini düşünüp eleştirmişler. Filmin uyarlandığı kitabın yazarı Buccheim da bu hususta filmi eleştirmiş.

Filmin Amerika gösteriminde ise ortama gerginlik hakimmiş. Ancak filmi izlemeye ön yargılarla gelen (özellikle yahudi çevreler) ve filmi eleştiriye boğmaya hazır olan izleyici kitlesi dahi gösterimin sonunda filmi beğenmiş. Örneğin; filmin açılışında, perdede savaş zamanında kırk bin Alman denizciden otuz bininin savaşta öldüğü yazdığında seyirci buna sevinerek alkışlamış. Ama filmin sonuna gelindiğinde izleyici filmin Nazi yanlısı olmadığını anladığında bu sefer de filme olan beğenilerini göstermek için alkış tutmuşlar. Film 6 dalda Oscar'a aday olmuş ama törenden elleri boş dönmüşler. Ancak yine de film 1997 yılına kadar en çok dalda Oscar'a aday gösterilen yabancı film unvanını korumuş.

Filmin 1997 yılında gösterime çıkan Yönetmen'nin Kurgusu (209 dk.) için final versiyon diyebiliriz. Yönetmen Kurgusu'nun ses kurgusu ve miksi tamamen yenilenmiş. Orijinal diyaloglar hariç diğer tüm ses elementleri yeniden kayıt edilip surround olarak mikslenmiş. Bu iyi güzel, ancak problem olan şey: filmin İngiltere blu-ray baskısına filmin Oscar'a aday olmuş orijinal ses çalışmasının alternatif bir seçenek olarak konulmamış olması. Bu da arşivsel ve tarihsel açıdan bir kayıp olmuş. Amerikan baskısında ise filmin sinema versiyonu da mevcut ve sanıyorum ki orijinal ses çalışmasına da sahip.

İlgilisine...

2 Nisan 2015 Perşembe

BABETTE'S FEAST (Babettes gæstebud) - (1987)

BABETTE'S FEAST  (Babette'in Ziyafeti)


(spoiler/sürpriz bozan içerir!)

Gabriel Axel'in Karen Blixen'ın aynı adlı öyküsünden uyarladığı ve yönettiği filmin başrollerinde Stephane Audran, Bodil Kjer, Birgitte Federspiel ve Jarl Kulle var.

Baş ve yardımcı rollerdeki tüm oyuncuların performansı filmin kendisi gibi sade ve içten. Bu arada Carl Dreyer'le çalışmış birçok oyuncuyu yine bir arada görmek de çok güzel oldu.

Film 19.yüzyılda Danimarka'da küçük bir sahil köyünde geçiyor. Köyün papazının ona sadık ve onu çok seven iki kızı vardır: Filippa ve Martine. Kızlar kendilerini dine, babalarına ve onun hayır işlerine adamışlardır.

Zaman içinde iki kız kardeşin karşısına birer talip çıkar. Yetenekli Filippa'yı bir opera yıldızı yapmak isteyen Papin ve Martine'e aşık olan süvari Lorens. Ancak iki kız kardeş -bu adamları seviyor olsalar da- babalarının da etkisiyle Papin ve Lorens'ı reddederler ve köylerinde babalarıyla kalırlar.

Uzun yıllar sonra... Artık yaşlanmış olan iki kız kardeş yıllar önce ölen babalarının cemaatiyle ilgilenmeye devam etmektedirler.  Bir gün kapıları, Fransa'daki komün isyanında ailesini kaybetmiş olan ve Paris'ten ancak Papin'in yardımıyla kaçabilen Babette tarafından çalınır. İki kız kardeş Babette'i evlerine kabul ederler.

İki kız kardeşle geçirdiği 14 yılın sonunda Babette'e on bin franklık bir piyango çıkar. Babette bu parayla iki kız kardeşe ve onların konuklarına güzel bir akşam yemeği hazırlamaya karar verir.


Filmin görüntü yönetmeni Henning Kristiansen. Henning, bir dönem filmi çektiğinden keskinliği azaltıp soft-focus elde etmek için lensin üzerinde naylon kadın çorabı kullanmış (kameranın gökyüzüne çevrildiği bir-iki sahnede belli oluyor). Naylon çorabın gerilerek lensin önüne/arkasına tutturulduğu bu yöntem eskiden sinematograflar arasında bir hayli yaygınmış. Mesela; Henri Alekan, Wim Wenders'ın yönettiği Wings of Desire adlı filmin siyah-beyaz sahnelerinde büyükannesinin zamanında üretilen spesifik bir naylon çorabı kullanarak istediği görüntüyü elde edebilmiş. Başka aklıma gelen bir örnek ise Oswald Morris'in Fiddler on the Roof'taki çalışması...

Filmin son perdesi tamamen ziyafet yemeğine adanmış. Ama ne ziyafet! [Menüde: Potage à la Tortue (kaplumbağa çorbası) yanında İspanyol Amontillado şarabı; Blinis Demidoff'un yanında Veuve Cliquot şampanyası; Cailles en sarcophage'ın yanında Clos de Vougeot Pinot Noir; frenk salatası; incirler, üzümler, kavun, kahve, cognac fine champagne ve daha nice şey var. (Tamam, menüyü internetten kopya çektim. Yemekleri yapmak isterseniz tariflerin olduğu internet siteleri mevcut.)]


Konuklar Babette'in hünerli elleriyle hazırladığı ziyafette yediklerinin ve içtiklerinin etkisiyle sadece fiziksel bir doyuma ulaşmaz; aynı zamanda duygusal, manevi bir doyuma da ulaşırlar. Konukların arasındaki kırgınlıklar karşılıklı olarak affedilir; sönmüş duygular alevlenir; ve ifade edilmemiş saklı duygular ifade edilir.

Filmin sonunda Babette'in -yemekte General Lorens'in anlattığı- ünlü bir şef olduğunu ve ona çıkan paranın tamamını bu ziyafet için harcadığını öğreniriz. Ancak Babatte'in verdiği bu ziyafet sadece onun iki kız kardeşe karşı duyduğu şükran borcundan değil; aynı zamanda onun kendini, sanatını ortaya koyma ihtiyacından da kaynaklanmaktadır. Bence filmin sonu aynı zamanda sanatını ortaya koymaya başaramayanlar için de bir ağıt niteliği taşıyor.

Bu yalın ve ince yapıt 1988 yılında En İyi Yabancı Film Oscar'ını kazanmış. Filmin dvd ya da blu-ray baskısını Türkiye'de bulamadım; ama yurt dışından amazon ve benzeri sitelerden temin edebilirsiniz. Filmin Criterion Collection'dan çıkan baskısı filmin orjinal çerçevesine (1.66:1) sahip. Ayrıca ekstraları da diğer baskılara göre daha fazla. Bölge kodu R1/A. Sadece İngilizce altyazı desteği var.

İlgilisine...


Not: Aç karnına izlemeyin.


1 Nisan 2015 Çarşamba

LIFE of BRIAN (1979)

"Monthy Python's Life of Brian"

1979 yapımı Monty Python topluluğunun çektiği, artık kült hâline gelmiş bu dinî ve politik taşlama filminin başrollerinde Graham Chapman, John Cleese, Eric Idle, Terry Jones ve Terry Gilliam var.

Başta filmi yönetmek için gruptan Terry Gilliam istekli olsa da daha sonra yönetmenlik koltuğuna Terry Jones oturmuş. Grup, Terry Gilliam'ın görselliğinin üst düzey olduğunda hem fikir olmasına rağmen filmin mizahi ögeleri için Terry Jones'un daha uygun olduğuna karar vermiş. (Zaten ikili daha önce 1975'de Monthy Python and the Holy Grail adlı filmi birlikte yönetip, oynamışlardı.)

Filmin kısaca konusu: Brian Cohen, İsa'nın doğduğu günde ve İsa'nın doğduğu evin hemen yanındaki evde dünyaya gelir. Büyüdüğünde İsa'nın bir vaazını dinlemeye gittiğinde görüp hoşlandığı Judith'le yakınlaşabilmek ve Romalıların işgaline karşı mücadele edebilmek için -Judith'in de üye olduğu- PFJ adlı örgüte katılır. Olaylar gelişir ve bir süre sonra halk onu mesih olarak görmeye başlar. Brian ne yaparsa yapsın halkı bir türlü peygamber olmadığına ikna edemez.

Filmin bazılarına göre tabuları ve sınırları zorlayan bir içeriği var. Doğal olarak birçok dini gurup tarafından beğenilmemiş ve sert bir şekilde eleştirmiş. Film birçok ülkede yasaklanmış ya da 18 yaş üstü sınırlaması almış. Ancak tüm bunlara rağmen film gişede hem İngiltere de hem de Amerika'da olsun başarılı olmuş.(Açıkçası filmin Amerika gişesinin bu kadar başarılı olmasını beklemiyordum.)

Ayrıca belirtmeliyim ki bu film yüzünden kimse öldürülmemiş ya da filmi yapanlar yargılanmamış(!)

Şimdi kültleşmiş olan bu 1979 yapımı politik ve dini hiciv filmini bir yana bırakalım ve "günümüz" Türkiye'sindeki mizahın karşılaştığı durumlara bir bakalım: Link-1   Link-2   Link-3   Link-4 ve daha niceleri... Maalesef, Türkiye sanki her gün trajikomik bir hicvin yazılıp oynandığı büyük bir açık hava tiyatrosu gibi oldu.

İlgilisine...

imdb

14 Mart 2015 Cumartesi

SEDUCED AND ABANDONED (Sedotta e abbandonata) - (1964)

SEDUCED AND ABANDONED  
(Baştan Çıkarılmış ve Terk Edilmiş)

(spoiler/sürpriz bozan içerir!)

Aile ve Onur(!)  Pietro Germi'nin yönettiği filmin başrollerinde Saro Urzi, Stefania Sandrelli ve Aldo Puglisi var.

Film trajik bir kara-komedi. Pietro Germi Sicilya'nın katı geleneklerini, ataerkil yapısını, toplum baskısını ve elbette bir hayli muhafazakar ve dindar halkını kara mizah üzerinden alaycı bir şekilde eleştiriyor.

Açıkçası 1964'te çekilen bu filmde "günümüz" Türkiye'sinden çok fazla iz bulduğumu söylemeliyim. Öyle ki sadece mekanların ve karakterlerin isimlerini değiştirerek filmi Türkiye'ye adapte etsek yapacağımız film hiç ama hiç eğri durmaz.

Filmin konusu: Don Vincenzo'nun 15 yaşındaki kızı Agnese ablasının nişanlısı Peppino Califano'ya platonik olarak aşıktır. Peppino da Agnese'i beğenmektedir Bir gün Peppino, Agnese'i baştan çıkarır ve birlikte olurlar.

Şüphelenen ailesi Agnese'e bekâret kontrolü yaptırtır. Olumsuz sonucu öğrenen Don Vincenzo kızını eve kapatır. Bir süre sonra da Agnese'nin hamile olduğunu öğrenirler.

Don Vincenzo, Peppino'yu bulur ve Agnese ile evlenmeye ikna eder. Başta Peppino bunu kabul etse de daha sonra vazgeçer. Sebebi ise: Peppino -Agnese ile birlikte olan ilk erkek kendisi olsa dahi- evleneceği kızın "saf ve bakire" olmasını istemektedir!

Don Vincenzo ailesinin onurunu ve namusunu korumak adına kızını Peppino ile evlendirebilmek için binbir plan yapar.

Sonunda Peppino hapse girme korkusundan ötürü Agnese ile evlenmeyi kabul eder. Ancak bu sefer de Agnese, Peppino ile evlenmeyi reddeder. Agnese ve tüm ailesi halk tarafından aşağılanır. Agnese geçirdiği bu şoku atlatamadan; olanlardan ötürü hastalanan babasını, ailesini ve toplumu memnun edebilmek için istemese de artık sevmediği Peppino ile evlenmeyi kabul eder. 

Birbirini sevmeyen iki insan evlenirken toplum memnundur! Bu esnada hasta yatağında yatan Don Vincenzo ölümün ona yaklaştığını anlar ama evlilik töreni ertelenir korkusuyla ailesine durumunun haber verilmesini istemez. Kızı evlenir ve Vincenzo "onurunu korumuş" olarak ölür.
...............................................................................................................................................................

Saro Urzi'nin başarılı oyunculuğunun öne çıktığı filmde diğer oyuncular da gayet iyi performanslar sergiliyorlar. Saro Urzi performansıyla Cannes Film Festivalinde En İyi Erkek Oyuncu ödülü almış.

Filmin kurgusu gerçekten özenli ve başarılı. Mesela, Don Vincenzo'nun -trende seyahat ederken- kızını hamile bırakabilecek şüphelileri aklından geçirdiği sahnenin montajı çok iyi tasarlanmıştı.

Filmin görüntü yönetmeni Aiace Parolin. Pietro Germi zoom lensleri daha çok geniş aralıklarda kullanmak yerine kısa aralıklarda kullanıyor. Daha çok sahneyi spesifik bir noktada açıp sonra genişletiyor. Birçok sahnede bunun örneğini görüyoruz.

Bu arada filmin müzikleri ve olayları özetleyen şarkıları da filmin kendi atmosferini yaratmasına önemli bir katkıda bulunuyor.

Bir önceki filmi İtalyan Usulü Boşanma (Divorzio all'italiana) ile En İyi Yabancı Film Oscar'ı alan ve dünya çapında ünlenen Pietro Germi bu filminde de benzer bir konu işliyor. Ancak şahsım adına Seduced and Abandoned'i daha çok beğendiğimi belirtmeliyim.

Altın Palmiye'ye aday olan filmin şu ana kadar Türkiye'de çıkmış bir dvd baskısı yok. Criterion Collection'dan çıkan baskısında ise sadece İngilizce altyazı desteği mevcut. Filmin görüntü ve ses transferi gayet iyi. Diskin bölge kodu: R1. Ayrıca diskin ekstraları da doyurucu nitelikte sayılır.

İlgilisine...

imdb

1 Mart 2015 Pazar

PLAYTIME - (1967)

Jacques Tati yazıp, yönettiği ve başrolünde oynadığı Playtime ile üçüncü kez Mösyö Hulot karakterini beyaz perdeye taşıyor.

Daha önceki (ve sonraki) Mösyö Hulot filmlerinde olduğu gibi karakterin neredeyse hiç diyaloğu, repliği yok. Tati'nin tamamen fiziksel, görsel ve işitsel esprilere dayalı bir komedi anlayışı var. "İşitsel" kelimesini özellikle vurgulamak isterim çünkü Tati filmlerini izlediğinizde yönetmenin sese karşı ne kadar duyarlı olduğunu ve ses kullanımındaki ustalığını fark ediyorsunuz. Ve elbette filme eşlik eden -bir Tati filmi atmosferi yaratan- o arka planda çalan hoş müzikleri de unutmamak gerek.

Tati, Playtime'ı bir önceki Mösyö Hulot filmi olan Mon oncle (Amcam)'ın dokuz yıl ardından çekmiş. Bu süre Playtime'ın dizaynı ve finansı için harcanmış. Ayrıca Mon oncle (Amcam)'ın 1958'de En İyi Yabancı Film Oscar'ını ve Cannes'da da Juri Özel Ödülü'nü kazandığını belirtmeliyim.

Tati Playtime'ı Paris'in merkezinde çekmek istese de bu mümkün olmamış. Bunun üzerine film için stüdyoda o kadar geniş bir set ve ölçekli binalar yaptırtmış ki setin olduğu yere "Tativille" (Tatikent) denmiş. Film zamanın en pahalı Fransız filmi. Filmde görülen birçok bina büyük ölçekte yapılmış set yapıları ya da devasa bina fotoğraflarını taşıyan tekerlekli yapı iskeleleri. Tabii bu geniş caddeleri ve mekanları insanlarla doldurmak da çok zor olmuş. Prodüksiyon bu soruna figüranların yanında cansız mankenleri/kartonları kullanarak çözüm bulmuş. Sabit duran insanların çoğu bu cansız mankenler, figüranlar ise sürekli hareket halindeler.

Tati, bu geniş ve incelikle tasarlanmış büyük setlerini görüntülemek için de büyük bir format film seçmiş: 70mm. İmajlar harika bir derinlik ve netliğe sahipler. Tati filmi 70mm olarak dizayn etmiş. Bu formatı seçmesini iki sebebe dayandırıyor. Birinci sebebi: Dekorun filmin yıldızı olmasını istemiş olması. İkinci sebep ise 70mm filmin 4 kanallı sesi üzerinde taşıyabilmesi ve bunun Tati'nin ses üzerine yaratıcı fikirlerini uygulamaya daha fazla olanak sağlamasıymış. (Not: Filmin çekildiği zamanda çok kanallı ses yalnızca 70mm filmde mevcut.) Tati bu sebeplerden ötürü filmini sadece 70mm. filmi gösterebilecek donanıma sahip sinemalarda gösterilmesinde ısrar etmiş; ancak bu filmin gişesinin düşük olmasını etkileyen faktörlerden biri olmuş.

Küçük kompartımanlarına hapis olmuş insanlar...

Mimari, Tati filmlerinin en akılda kalıcı taraflarından biri. Tati bir röportajında modern mimariye karşı olmadığını belirtse de filmlerinde modern mimarinin, betonun, çelik yapıların, arabaların, kısaca modern dünyanın insanı hızla ve agresif bir şekilde kuşatmasını ve yabancılaştırmasını eleştirdiğini düşünüyorum. (Günümüzün hızla betonlaşan Türkiye'si Tati için ideal bir set olabilirdi maalesef) Aynı şekilde insanın mekanikleşmesi ve standartlaşması da eleştirdiği diğer hususlardan... Mekanikleşmeye örnek olarak, otobüse binme sahnesindeki insanları; standartlaşmaya örnek olarak ise bir acentada duvara asılı olan reklam posterleri örneği verebilirim. Posterlerin hepsinde aynı tip bina varken altlarından farklı ülkelerin isimleri yazıyor. Örnekler çoğaltılabilir... Ayrıca Mon Oncle'daki Mösyö Hulot'un kız kardeşinin evinin tasarımı ve mahallesi ile Hulot'un evi ve mahallesinin oluşturduğu tezat da barizdir. Biri modern ve soğuk; diğeri eski ve sıcaktır.

Filmde yaklaşık 45 dakika süren restaurant sahnesi gerçekten harikaydı. Uzun bir sahne olmasına rağmen kısa sayılabilecek bir sürede, yedi günde çekilmiş.

Bu filmde Hulot karakterinin ekran süresi diğer filmlere göre biraz daha az. Daha çok Hulot bir sahneye girip komedi dalgasını başlatıyor ve ardından bir süreliğine yok oluyor. Mon Oncle'ın ardından geçen dokuz yıllık aradan sonra izleyici, özlediği Hulot karakterini ekranda az görünce memnun kalmamış. Bu durum filmin Amerikan distribütörlerini de rahatsız etmiş ve filmi kısaltarak yaklaşık 93 dakika olarak Amerika'da gösterime sokmuşlar.

Tati yukarıda anlattığım üzere hiçbir harcamadan kaçınmamış ancak film ne yazık ki gişede kötü bir sonuç almış. Öyle ki filmin zarar etmesi Tati'yi iflas ettirerek 10 yıl borç altında kalmasına sebep olmuş. Tati gülerek, durumu şöyle özetliyor:" Şöyle izah edeyim, filmden önce bir evim vardı şimdi yok.". 1972'de San Francisco Film Festivalinde verdiği röportajda bundan hiç pişman olmadığını, artistik özgürlüğünü hiçbir şeye değişmeyeceğini, filmini istediği gibi yapabilmiş olmasının onun için ne kadar önemli olduğunu belirtmiştir. Tati, Playtime'dan dört yıl sonra 1971'de gösterime giren son Mösyö Hulot filmi olan Traffic'i çektikten sonra Hulot karakterini emekli etmiştir.

Film Criterion Collection'dan çıkan The Complete Jacques Tati seti içinde mevcut. Bu sette ayrıca Tati'nin tüm uzun ve kısa metraj filmleri de var. Hatta kızıyla birlikte çektiği ama yarım kalan bir filmi dahi sette mevcut. Ayrıca çok sayıda röportaj ve yapım belgeseli de setin içeriğinde var. Bölge kodu Region-A kilitli. Altyazı olarak ise sadece İngilizce altyazı var.

İlgilisine...


imdb

28 Şubat 2015 Cumartesi

"KIŞ UYKUSU"NUN EKSİĞİ

KIŞ UYKUSU'NUN EKSİĞİ

Yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı; başrollerinde Haluk Bilginer ve Melisa Sözen'in oynadığı Kış Uykusu'nda kendimce eksik bulduğum şey: Çiftin ilişkilerinin cinsellik boyutu... Bir kadın ve erkeğin ilişkilerini, duygularını mikroskop altına yatırırken onların birbirlerine karşı cinsel açıdan yaklaşımlarının analiz edilmemesi bana eksik geldi.

İlişkilerinde; birbirlerine duydukları arzuların ve bu konudaki sıkıntılarının yaşamlarına, kendilerine ve ilişkilerine olan etkilerinin incelenme fırsatının tepildiğini, ilişkilerinin bu boyutunun yok sayıldığını hissettim. Sanki karakterler cinsel açıdan da "kıştalar".

Film boyunca -cinselliği bir yana bırakın- Aydın ve Nihal'in birbirlerine fiziksel olarak dokundukları tek bir sahne yok.

Duygusal olarak birbirlerinden uzaklaştıkları, farklı odalarda kendilerine farklı dünyalar kurdukları ortada; ancak en azından eşiyle iletişim kurma çabası içinde olan Aydın karakterinin bu husustaki his, arzu ve isteklerini ona göstermeye, hissettirmeye çalışabileceğini düşünüyordum.

Mesela, Aydın'ın Nihal'e duygusal açıdan yakınlaşmak için giriştiği her denemesinde reddedilip geri postalandığı gibi, cinsel açıdan da reddedildiği bir sahne olabilirdi. Ya da toplantıda Nihal'in, Aydın'a hiç dokunmazken, Levent'e kısa bir anlığına dokunması ve bunu Aydın'ın görmesi... Bu davranış Aydın'ın, kendinden daha genç ve kendine rakip gördüğünü düşündüğüm, Levent'i daha da kıskanmasını ve filmin sonlarına doğru karşı karşıya geldikleri sahnenin daha da gerilimli olmasını sağlayabilirdi diye düşünüyorum.

Ancak belirtmeliyim ki, bir filmin ve onun karakterlerinin üzerine düşünüyor, kendi kafamda o filme ilâve sahneler yazıyorsam izlediğim film bana göre iyi bir film demektir.

26 Şubat 2015 Perşembe

CALIGULA - (1979)

CALIGULA (Caligola)


Tarihsel açıdan karakteri tartışmalı olan Roma sezarı Caligula'nın hayatını daha çok tarihçi Suetonius yazdıklarına göre ele alan filmin yapımcıları hikâyeyi tiyatral ve bir fantazi olarak peliküle aktarmışlar.

Yetişkin dergisi Penthouse'un sahibi Bob Guccione'nin yapımcılığını yaptığı filmin senaryosunu Gore Vidal yazmış.

Başrollerde Malcolm McDowell, Terasa Ann Savoy, Peter O'Toole, Helen Mirren, John Gielgud ve John Steiner var.

Oyuncular filmin dizaynına ve abartısına uygun abartılı performanslar sergiliyorlar. Bazı sahnelerde isimlerine yakışan etkili performanslar sergileseler de bu filmin geneline yayılmıyor. Ancak şartlara göre ellerinden geleni yaptıklarını söyleyebilirim.

Yönetmen koltuğunda ise Tinto Brass var. Tinto Brass Gore Vidal'ın senaryosunda bir hayli değişiklik yapınca, Gore Vidal ismini senarist olarak jenerikten çıkarttırmış ve jeneriğe sadece "Gore Vidal'ın orjinal senaryosundan uyarlanmıştır" yazılmış.

Tinto Brass filmin ana çekimlerini tamamladıktan sonra filmin prodüktörü olan Bob Guccione Amerika'dan filmde figüran olarak oynatmak için getirdiği penthouse modellerini oynattığı hardcore seks sahneleri çekip bu sahneleri kurguda filme yerleştirince ve Tinto Brass'ın da kurguya karışmasına izin vermeyince bu sefer de Tinto Brass ismini filmden çıkarttırmış.

Tinto Brass filmin yapımını "ego savaşları" olarak tanımlıyor. Bu olayların ardından açılan onlarca davadan sonra filmin jeneriğine Tinto Brass'ın ismi "filmin ana çekimlerini yapan yönetmen" titresi altında yazılmış (principal photography directed by...).

Bu ekleme sahnelerden ötürü, başta güç çılgınlığına kapılan bir imparatorun hikâyesini anlatan tarihsel bir epik olarak tasarlanan film, softcore ile hardcore porno arasında hızla gidip-geliyor. Ancak dikkatli izlerseniz iki farklı stilin, yaklaşımın izini filmde görebilir ve ayırabilirsiniz. Özellikle başroldeki oyuncuların olmadığı planlar ve yakın ara çekimlerde. Filmin 156 dakikalık versiyonu birçok epik orji sahneleri, cinsel işkence, sadizm, ensest, tecavüz vb. sahneler barındırıyor. Kesinlikle herkes için bir film değil Caligula!

Ancak filmin sanat yönetiminin hakkını vermek gerek, gerçekten çok başarılı. Setler, kostümler, proplar hepsi çok yaratıcı ve göz alıcı. Filmin prodüksiyon tasarımını daha önce Fellini'nin Kazanova ve Franco Zeffirelli'nin Romeo ve Juliet adlı filmleriyle Oscar alan Danilo Donati yapmış.

Bu arada Malcolm McDowell A Clockwork Orange'dan sonra yine penis heykellerinden kurtulamamış:) Filmde Malcolm McDowell'in güç dansı sahnesi, Caesonia (Helen Mirren)'in hamileyken ki dansı ve isis hamamı sahneleri akılda kalıcı. Hamam sahnesini akılda kalıcı yapan en önemli faktörlerden birinin Bruno Nicolai'nin müziği olduğunu söyleyebilirim.

Film zamanın en pahalı bağımsız filmi. Özellikle de X (+18) kategorisinde olan bir filme göre... Birçok ülkede yasaklanmasına ve protesto edilmesine rağmen gişede kârlı bir proje olmuş. Eleştirilerin çoğunluğu ise olumsuz. Ama yinede film yıllar içinde kült film seviyesine yükselmeyi başarmış. Yapım hikâyesiyle olsun, ilkleriyle olsun sinema tarihinde farklı bir yeri var filmin. Ancak film kesinlikle Oshima'nın "In the Realm of the Senses" filmiyle aynı ayarda değil. Bunu söylüyorum çünkü bazı eleştirilerde bu iki filmin yapım tarihleri yakın olduğu için ve ikisi de pornografik seks sahneleri içerdiklerinden ötürü birbirleriyle kıyaslanıyor olmalarıdır. Oshima'nın filminin daha üst seviyede bir film olduğunu düşünüyorum.

Filmin yeniden yapımı üzerine (Versace'nin ürünlerini tanıtmak için dolaylı bir reklam) Helen Mirren'in de dahil olduğu birçok yıldız oyuncuyla sahte bir fragman çekilmiş. Filmi izleyenler eğlenceli bulabilir.
youtube video

Dünyanın birçok ülkesinde hâlâ yasaklı olan filmin Türkiye'de de DVD ya da Blu-ray baskısı yok. İzlemek isterseniz ancak yurt dışından ya da başka yollardan bulup filmi izleyebilirsiniz. Ben filmi İngiltere'de Arrow Video'dan çıkan blu-ray baskısından izledim. Bu baskıda filmin 156 dakikalık sansürsüz versiyonu, 47 dakikalık son kurgudan çıkartılmış sahneler, yapım belgeselleri, röportajlar, fragmanlar da mevcut. Ancak hiçbir dilde altyazı seçeneği yok.

imdb


19 Şubat 2015 Perşembe

FREAKS - (1932)

FREAKS

Uzun zaman Lon Chaney'le birlikte çalışmış ve Dracula gibi bir klasiği yönetmiş olan Tod Browning'in yönettiği korku-dram türündeki film, sinema tarihinin tartışmalı filmlerinden biri.

Başrollerde Harry Earls, Daisy Earls, Olga Baclanova, Leila Hyams var.

Filmin senaryosu Tod Robins'in "Spurs" adlı kısa öyküsüne dayanıyor. Yine aynı yazarın bir romanından uyarlanan The Unholy Three'den sonra Harry Earls (o filmde başrollerdeydi) tarafından Tod Browning'in ilgisine sunulmuş.

Sirkin "normal" trapezci güzeli Cleopatra ona sırılsıklam aşık olan cüce Hans'la çaktırmadan dalgasını geçmektedir. Ancak Hans'a büyük bir miras kaldığını duyunca parayı elde etmek için onunla evlenir ve Hans'ı zehirleme planları yapmaya başlar. Bunu keşfeden Hans ve "ucube" olarak adlandırılan arkadaşları Cleopatra ve ortağı "Herkül"den intikamlarını alırlar.

Film günümüz izleyicisini hiç korkutmayabilir ancak 1932'de bir hayli ürkütücü bulunmuş. Filmin ön gösteriminde bir kadının çığlık atarak salondan çıktığı ya da bir kadının filmden ötürü düşük yapıp stüdyoyu dava ettiği gibi şeyler söyleniyor. Ancak bunların reklam amaçlı olması da muhtemel. Ama stüdyo gelen tepkilerden ötürü 90 dakikalık filmi biçerek geriye neredeyse 60 dakikalık bir film bırakmış. Kesilip çıkartılmış sahneler günümüzde artık kayıp olarak kabul ediliyor.

Film hakkında yapılan tartışmaların çoğunluğunun kaynağını daha çok filmin gösterime çıktığı 1932'de bazı insanların ve grupların; filmin fiziksel deformasyona sahip olan kişilere karşı toplumda bir korku, ön yargı, mesafe vs. oluşturması gibi iddialarından, eleştirilerinden kaynaklanıyor. Ancak insanların filme olan olumsuz bakış açıları 60'lı yıllardan itibaren bir hayli değişmeye başlamış. 1962'de Cannes Film Festivalinde film yeniden gösterildiğinde hem eleştirmenlerden hem de seyircilerden övgüler almış.

Ben de şahsi olarak filmi hiç olumsuz bulmadım ya da bir sömürü filmi olarak görmedim. Tabii bakış açısına göre filmin birçok okuması yapılabilir.

Film maalesef, bir zamanlar kendisi de bir sirkte çalışmış olan, Tod Browning'in kariyerinin yavaşça solmasının nedenleri arasında yerini almış (alkolizm ve kişisel problemlerin yanı sıra). Bu filmin ardından sadece dört film daha yönettikten sonra Tod Browning yönetmenlik kariyerini bitirmiş.

Bu arada filmin zamanında Türkiye dahil pek çok ülkede gösteriminin yasaklandığını da belirtelim.

Filmin dvd'sini Türkiye'de bulamadım, internet sitelerinde tükendiği/stokta olmadığı yazıyor. Filmi Warner Bros.'tan çıkan İngiltere baskısından izledim. Diskte film hakkında hayli doyurucu bir belgesel ve filmin alternatif sonları da bulunuyor. Ayrıca Türkçe altyazı seçeneği de mevcut.

imdb

horror_film_history (ingilizce)


1 Ocak 2015 Perşembe

A REPORT ON THE PARTY AND THE GUESTS - (O slavnosti a hostech) - 1966

"Parti ve Konuklar Hakkında Bir Rapor"


Jan Nemeck'in yönettiği bu film Çek Yeni Dalga Akımı'nın en önemli filmlerinden biri. Ancak ironik olarak zamanın Çekoslovak devlet yönetimi tarafından "... film cumhuriyetimiz, sosyalizm ve kominizm'in idealleriyle bağdaşmamaktadır." resmi açıklamasıyla "sonsuza kadar yasaklanmıştır" (forever banned) denilerek Çekoslovakya'da gösterime çıkmasına izin verilmemiştir. Ancak film New York Film Festivalinde gösterildikten sonra uluslararası bir başarı kazanmıştır.

Bu sürrealist masalda bir piknikte bir araya gelmiş insanların karşısına aniden çıkan gizemli otoriter kişiler, pikniğin misafirlerinin eğlencesini bozarak onlara neredeyse bir politik hiyerarşi dersi verirler. Korku, baskı, totalitarizm, özgürlük, özgür irade ve itaat üzerine alegorik bir ders...

Filmin yer yer tuhaf, korkutucu ve rahatsız edici bir havası var. Bazı sahnelerde filmin Michael Haneke'nin "Funny Games"ine dönüşeceğini sanmadım değil...

Bazı eleştirmenlere göre film kısaca "insanların, halkların manipüle edilmeye ve kontrol altında kalmaya/tutulmaya olan isteklerini ortaya koyuyor". İnsanların sorgulamaktan uzaklaşıp itaat etmeye ve bir yöneticiye bağlanarak sorumluluktan kaçmanın verdiği rahatlığı yaşamaya olan isteklerini irdeleyen bir film.

Jan Nameck filmde profesyonel oyuncuları kullanmamış bunun yerine çeşitli meslek erbabından tanıdığı kişilere rol vermiş. Özellikle gerçek hayatta bir besteci olan Jan Klusak rolünde (Rudolf) gayet başarılı ve akılda kalıcı bir performans sergiliyor. Ayrıca otoriteden kaçan Manzel rolündeki Evald Schorm (yönetmen) ve otoriteye (başta) isyan eden sinirli Karel karakterini canlandıran Karel Mares (besteci) de rollerinde gayet iyiler.

Filmin DVD'sini Criterion Collection'dan çıkan "Eclipse Series 32: Pearls of the New Czech New Wave" adlı sette bulabilirsiniz.