1 Aralık 2016 Perşembe

THE EMIGRANTS (Utvandrarna) - (1971) & THE NEW LAND (Nybyggarna) - (1972)

THE EMIGRANTS (Utvandrarna) & THE NEW LAND (Nybyggarna)


Jan Troell'in yönettiği, sinematografisini üstlendiği, kurguladığı bu destansı filmlerin senaryosunu Vilhelm Moberg'in Göçmen serisi romanlarından Jan Troell ve filmin yapımcısı Bengt Forslund birlikte uyarlamışlar.

Filmde İsveç'in Smaland bölgesinde yaşayan bir grup insanın 1844 yılında Amerika'nın Minnesota eyaletine göç etme macerasına ve orada yaşadıklarına tanıklık ediyoruz.

The Emigrants'ın ilk yarısı karakterlerimizin göç etmek için sebepler edinişine, ikinci yarısı ise karakterlerimizin zorlu okyanusu aşma mücadelesine ve gemide yaşadıklarına yoğunlaşıyor. Filmin finalinde ise göçmenlerimiz hayal ettikleri topraklarına ulaşıyorlar.

İkinci film olan The New Land ilk filmin bittiği yerden başlıyor. Karl Oscar eşi Kristina ve çocuklarını alarak işaretleyip sahiplendiği araziye doğru yolculuğa çıkar. Bu filmde göçmenlerin yeni ülkelerinde yeni hayatlarını kurmalarını, birbirleriyle olan ilişkilerini, karşılaştıkları zorlukları, kayıplarını, değişimlerini, yalnızlıklarını, duygusal ve tarihi açıdan çatışmalarını izliyoruz.


Bu iki film kanımca sinema tarihinin en başarılı roman(lar) uyarlamaları arasındalar. Gerçi iki ayrı film olarak gösterime girseler de onlara tek film gözüyle bakabiliriz. Çünkü ikinci film ilkinin kaldığı yerden devam ediyor ve aynı oyuncularla aynı zamanda çekilmiş. Sadece uzun sürelerinden ötürü ikiye bölünmüş. Bu epik uyarlamanın ilk filmi olan The Emigrants 192 dakika, ikinci film The New Land ise 202 dakika. Süreleri uzun olsa da belirtmeliyim ki izlerken bir dakika dahi sıkılmadım.

Filmin başrollerinde Liv Ullmann ve Max von Sydow var. İkisi de karşılıklı olarak oyunculuk yeteneklerini döktürüyorlar. Liv Ullmann'ın performansı unutulmaz, hayatının oyunculuğunu sergilemiş.(Röportajlarında kendisi de böyle düşündüğünü söylüyor). Ayrıca filmin yardımcı oyuncuları da rollerinde çok başarılılar. Özellikle Eddie Axberg, Allan Edwal, Monica Zetterlund ve Pierre Lindstedt. (Küçük bir anekdot olarak Eddie Axberg'in aynı zamanda filmin ses departmanında da çalıştığını belirteyim.)

Jan Troell'in hassasiyeti yönetimine, kamerasına, kurgusuna ve tüm oyuncularının performanslarına yansımış. Yönetmen kamerasıyla detayları, karakterlerinin duygularını ve o insanların hayatlarının ritmini çok güzel yakalamış. Şiir gibi bir film(ler).


Filmin set tasarımı ve kostüm tasarımı da bir hayli detaylı ve özenli. Filmin sanat yönetmeni P.A. Lundgren, kostüm tasarımcısı ise Barry Lyndon ile Oscar kazanan Ulla-Britt Söderlund.

Son bir anekdot olarak The Emigrants 1972 yılında En İyi Yabancı Film, 1973 yılında ise En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Uyarlama Senaryo dallarında Oscar ödülüne aday olurken ikinci film The New Land de aynı yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar'a aday gösterilmiş. Bu durum Oscar tarihinde bir ilk ve tek. Kanımca Akademi Max von Sydow'un performansını atlamış, keza filmin sinematografisini de...


Bu filmleri ilk izlediğim zaman hazine bulmuş gibi olmuştum. Çünkü beni sinematik açıdan üst düzey bir yolculuğa çıkartmışlardı. Açıkçası günümüzde bu türde, kalitede ve sürelerde filmlerin artık beyaz perdeyle buluşması çok zor gibi görünüyor.

İlgilisine...


JIGOKU - (1960)

JIGOKU (Cehennem)

Nobuo Nakagawa'nın yönettiği, zamanla kültleşmiş olan bu korku filminin başrollerinde Shigeru Amachi, Yoichi Numata ve Utako Mitsuya var.

Senaryosunu Nakagawa ve Ichiro Miyagawa'nın yazdığı filmin ilk yarısı dünyada, ikinci yarısı ise cehennemde geçiyor.

Filmin dünyada geçen ilk yarısında, ilahiyat öğrencisi olan Shiru'nun ve çevresinin, ruhunu kötülüğe satmış olan Tamura'nın etkileriyle yıkıma uğramasını izliyoruz. Bir kötülük bir diğerini doğuruyor. Ölen ölene...

Filmin cehennemde geçen ikinci yarısında ise filmin ilk yarısında neredeyse tümü ölmüş olan karakterler cehennemde psikolojik ve fiziksel işkencelere maruz kalıyorlar. Shiru, Dante'nin İlahi Komedya'sındaki gibi cehennemde geziyor.

Görsel açıdan bir hayli vurucu olan cehennem sahneleri birçok gore (kanlı) sahne barındırıyor. Hâliyle film, zamanının en çok kan ve özel efekt barındıran Japon korku filmlerinden biri olmuş. Filmin cehennem konsepti Budizm'i temel alsa da İbrani dinlerin cehennem anlayışıyla da bir hayli örtüşüyor.

Nakagawa filme tiyatral ve operatik bir bakış açısıyla yaklaşsa da yönetmenin görselliği bir hayli sinematik ve vurucu. Bence Nakagawa filmin bir hayli düşük bütçesine rağmen çok iyi bir iş çıkarmış. Ayrıca Jigoku, kariyerinde 90'dan fazla film yönetmiş olan Nakagawa'nın yönettiği sekiz korku filminden biri.

Filmi zamanının klasik Japon korku (kaidan) filmlerinden ayıran özelliği ise Nakagawa'nın görselliği, yaklaşımı ve yoğun gore(kanlı) işkence sahneleri diyebiliriz. Kırmızı renk filmde dominant. Ama tüm kanlı sahneler arasından aklıma kazınan imge kansız bir sahne oldu: Ağır çekimde acı çeken bedenlerin kaldırdıkları elleri...

Efsanevi Toho stüdyolarının kurucuları tarafından kurulmuş olup zamanında düşük bütçeli sömürü filmleriyle ünlenmiş Shintoho (Yeni Taho) stüdyoları tarafından dağıtılan film gişede başarılı olsa da stüdyoyu iflastan kurtaramamış ve 1961'de iflas eden Shintoho stüdyosunun son prodüksiyonu olmuş.

İlgilisine...

1 Kasım 2016 Salı

HAXAN - (1922)

Häxan: Witchcraft Through the Ages

Yönetmenliğini Benjamin Christensen'in yaptığı bu canlandırmalı belgesel film tarih boyunca cadılık kavramının kökenini, cadılık olarak görülen olayları, toplumların din eksenli kafalarında yarattıkları korkuları ve bu korkulardan ötürü histeriye kapılarak giriştikleri cadı avlarını bilimsel bir bakış açısıyla irdeliyor.

Filmin öyküsü yönetmen Christensen'in Berlin'de bir kitapçıda Malleus Maleficarum'un (1486'da bir din adamı olan Heinrich Kramer tarafından yazılmış cadılara karşı nasıl muamele edilmesi gerektiğini anlatan; içeriğinde acımasız cezalar, işkenceler vs. barındıran bir kitap) bir kopyasını bulmasıyla başlamış.

Yönetmenin canlandırma sahneler için istediği detaylı orta çağ setleri, kostümler, makyaj çalışması, proplar ve filmin uzayan prodüksiyon süresi filmin bütçesini yükselterek filmin İskandinavya'da çekilmiş en pahalı sessiz film ünvanını almasını sağlamış. Filmi İsveç finanse etse de filmin tamamı Danimarka'da çekilmiş.

Haxan bir belgesel film olsa da barındırdığı canlandırma sahnelerinin içeriğinden ve 1920'li yıllara göre sergilediği gerçekçilikten ötürü aynı zamanda bir korku filmi olarak da kabul görür.

Film İskandinav ülkelerinde hem eleştirel hem de ticari olarak başarılı olsa da Amerika ve diğer birçok ülkede içerdiği çıplaklık, cinsellik, işkence canlandırmaları gibi hususlardan ötürü yasaklanmış.

Filmin Criterion Collection'dan çıkan restore edilmiş, detaylı ve birçok ekstra barındıran bir dvd baskısı var ancak umarım yakın zamanda daha iyi restore edilmiş bir blu-ray baskısı da çıkar.

İlgilisine...

DRACULA - (1931)

DRACULA

Listen to them. Children of the night. What music 'they' make.

Yönetmenliğini Tod Browning'in yaptığı bu klasik kült korku filminin başrolünde artık Kont Dracula rolüyle ikonlaşmış olan Bela Lugosi var.

Bram Stoker'ın romanı Hamilton Deane ve John L. Balderston tarafından Broadway'e oyun olarak uyarlanıp büyük bir başarı yakalayınca Universal stüdyosu -daha önce kitabın film haklarını satın almış olduğundan- film prodüksiyonuna yeşil ışık yakar. Filmin senaryosunu Broadway oyunu'nun senaryosunu temel alarak Garrett Fort yazmış.

Filmin başrolüne ise Broadway versiyonunda da Dracula'yı canlandıran Bela Lugosi getirilir. Lugosi'nin role getirdiği seksüel taraf, karizması ve eksantrikliğiyle seyircinin gözünde rolle özdeşleşir. Ayrıca Dracula'nın kölesi olup yavaşça delirmeye başlayan Renfield rolünde Dwight Frye'ın performansı da gayet etkili.

Filmin görüntü yönetmeni Metropolis'in de görüntü yönetmenliğini yapmış olan Karl Freund. Dolayısıyla filmin kamera çalışmasında ve aydınlatmasında Alman dışa vurumculuğunun izlerini görmek mümkün.

Bu arada stüdyo tarafından filmin İspanyolca konuşulan ülkeler(özellikle Meksika) için aynı setlerde geceleri çekilen bir İspanyolca versiyonu var. Bu versiyonun yönetmenliğini George Melford yaparken Dracula'yı Carlos Villarias canlandırıyor. Bu filmi Dracula'nın Universal'den çıkan blu-ray baskısında ekstra olarak bulabilirsiniz. Villarias'ın performansı Lugosi'den uzak olsa da film teknik açıdan gündüzleri çekilen kardeşine göre biraz daha iyi.

Filmin sonunda Van Helsing rolündeki Edward Van Sloan'ın seyirciyi sakinleştirmek için yaptığı konuşmayı "Sonuçta: öyle şeyler(vampirler) var", diyerek muzipçe bitirmesi de çok hoş.

İlgilisine...

1 Ekim 2016 Cumartesi

THE BIG CITY (Mahanagar) - (1963)

THE BIG CITY (Mahanagar)


Satyajit Ray'in yazıp yönettiği filmin senaryosu Narendranath Mitra'nın Abataranika adlı öyküsüne dayanıyor. Filmin başrollerinde Madhabi Mukherjee, Anil Chatterjee ve Haradhan Bannerjee var.

Arati kocası Subrata, çocukları ve eşinin muhafazakar anne-babasıyla birlikte Kalküta'da küçük bir evde yaşamaktadır. Arati ailenin artan masraflarından ötürü kocasının yükünü azaltmak için çalışmaya, iş bulmaya karar verir. İlk engel kayınpederinden gelse de kocasının desteğiyle bulduğu satış işine başlar ve zamanla da işinde çok başarılı olur. Bir süre sonra onu destekleyen kocası da kıskançlık ve kendi öz güvensizliğinden ötürü Arati'den işinden istifa etmesini ister. Ama buna Subrata'nın çalıştığı bankanın batması ve işsiz kalması engel olur. Karı-koca ve aile bireyleri arasındaki ilişkiler daha da gerilmeye başlar.

Filmde Satyajit Ray Bengal'in muhafazakar geleneksel ailesinin karşısına koca şehir Kalküta'daki modernleşmeyi ve birçok alandaki değişen değerleri koyuyor ve onların aile içindeki çatışmalarını incelikle kamerasıyla not ediyor.

Evde eş, anne, gelin kimliğindeki Arati'nın evden dış dünyaya çıkıp iş bulmasıyla kendine bir de ev dışında yeni bir kimlik inşa edişini izliyoruz. Özellikle ilk maaşını alıp ayna karşısında paralarına baktığı, bir nevi başarısını kutladığı sahne yeni karakterinin önemli anlarından.

Filmde Arati karakteri idealize ediliyor ve filmin sonuna kadar ona karşı çıkan herkes ona saygı duyduğunu belirtir hale geliyor: Kayınpederinin itirafı ve filmin finalinde patronuna meydan okuyarak işten ayrılması karşısında kocasının onun cesaretine duyduğu hayranlığı belirtmesi gibi. Film yönetmenin de desteklediği dönemin liberal, modernleşme yanlısı politikalarını yansıtıyor.

Bu arada belirtmeden geçmeyeyim filmin erkek karakterleri özellikle koca Subrata ve patron Himangshu derinlikli ve kompleks bir biçimde portre ediliyorlar. Oyuncuların performansları çok başarılı.

Satyayit Ray filmiyle 1964'de Berlin Film Festivalinde En İyi Yönetmen ödülünü almış.

The Big City Satyajit Ray'in hassasiyetli anlatımı, incelikli yönetimi ve oyuncularının başarılı performanslarıyla kanımca hem yönetmenin hem de sinema tarihinin en etkileyici dramalarından biri haline geliyor.

İlgilisine...

THE TRAGEDY OF MACBETH - (1971)

The Tragedy of Macbeth


Roman Polanski'nin yönettiği bu Shakespeare uyarlamasının başrollerinde Jon Finch, Francesca Annis, Martin Shaw ve John Stride var.

Filmin senaryosunu Roman Polanski ve ünlü tiyatro eleştirmeni Kenneth Tynan yazmış. Film Kenneth Branagh'ın Hamlet'i gibi komple bir uyarlama değil. Bazı replikler değişmiş, bazıları da iç ses olarak kullanılmış. Özellikle bazı repliklerin iç ses olarak kullanılması bence filme daha gerçekçi bir atmosfer kazandırmış. Ayrıca filmin finalinin ardından filme kısa ama etkili bir sahne daha eklenmiş. Donalbain (Malcolm'un kardeşi) Macbeth'in cadılarla karşılaştığı aynı yerde cadıların sesini duyuyor... Böylece tüm bunların bir döngü olduğu mesajı veriliyor.

Film görsel açıdan gerçekten etkileyici. Filmin görüntü yönetmeni Polanski ile bir çok kez çalışmış olan Gilbert Taylor. Ayrıca filmin setleri ve kostümleri de bir hayli detaylı. Filmin kostüm tasarımcısı Anthony Mendleson çalışmasıyla En İyi Kostüm dalında Bafta ödülü almış.

Macbeth Polanski'nin, eşi cinayete kurban gittikten sonra çektiği ilk film. Yazılanlara göre zamanın izleyicisi o kanlı cinayetten sonra Polanski'den böyle kanlı bir uyarlama izlemeyi pek beklemiyormuş. Ayrıca filmi finanse edenler arasında Hugh Hefner yani Playboy Productions olunca filmin erotik bir uyarlama olabileceği düşüncesi olumsuzluk yaratmış. Sonuçta işler gişede pek iyi gitmemiş ve film bir hayli zarar etmiş.

Film, Polanski'nin gerçekçi yaklaşımıyla, oyuncularının başarılı performanslarıyla ve görselliğiyle kanımca en iyi Macbeth uyarlamalarından biri olmuş.

İlgilisine...

1 Eylül 2016 Perşembe

LUST FOR LIFE - (1956)

LUST FOR LIFE

Ünlü ressam Vincent van Gogh'un hayatını konu alan biyografik filmin yönetmen koltuğunda Vincent Minnelli oturuyor. Filmin senaryosunu ise Irving Stone'un aynı adlı romanından Norman Corwin uyarlamış.

Filmin başrolünde Kirk Douglas kariyerinin en iyi oyunculuklarından birini sergiliyor, gerçekten kendini rolüne kaptırmış. Yardımcı rollerde Anthony Quinn (Gauguin) ve James Donald (Theo van Gogh) öne çıkan isimler. Gauguin rolünde Anthony Quinn performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını kazanmış. Douglas ve Quinn, Van Gogh ve Gauguin arasındaki dalgalı ilişkiyi gayet iyi yansıtmışlar.

Filmin dış çekimlerinde mümkün olduğunca otantik olmak isteyen Minnelli, filmini van Gogh'un resimlerini yaptığı Hollanda, Belçika ve Fransa'da çekmiş.

Filmin görüntü yönetmenleri iki büyük usta: Freddie Young ve Russell Harlan. Filmin renk paleti ressamın renklerini referans almış. CinemaScope olarak çekilen (2.55:1) filmde özellikle geniş açı sahnelerde yapılan panlarda formata özgü olarak distortion belli oluyor. Filmin renkleri ise Metrocolor(MGM stüdyosunun renkli film prosesi-diğer adıyla AnscoColor. Technicolor'un üç ayrı renkli film tekniğinden farklı olarak tek karede üç katman kullanıyor) ile sağlanmış. Maalesef bu proses uzun zaman aralığında rengi muhafaza edemediğinden filmin renkleri günümüzdeki birçok baskısında solmuş. Ancak film, orijinal kamera negatifinden 4K çözünürlükte taranıp detaylı bir restorasyondan geçirilerek başarılı bir şekilde restore edilmiş. Filmin blu-ray baskısını tavsiye ederim (Bu arada keşke blu-ray diske restore edilmiş 5.1 ses miksinin yanına restore edilmiş orijinal ses miksini de bir seçenek olarak koysalar çok güzel olurdu).

Lust for Life Vincent Minnelli'nin kamerasını iyi oyunculuklara ve güzel görsellere odakladığı iyi bir dramatik biyografi uyarlaması.

İlgilisine...

CAMILLE - (1921)

CAMILLE

Ray C. Smallwood'un yönettiği bu sessiz film klasiğinin başrollerinde Alla Nazimova ve Rudolph Valentino var.

Filmin senaryosunu Alexander Dumas, fils'in Kamilyalı Kadın (La Dame aux Camélias) adlı romanından 1920'li yıllara June Mathis uyarlamış.

O dönemler bir hayli popüler olan kitap bu filmden önce de iki kez sinemaya aktarılmıştı. Bu filmden sonra da kitap 1936 yılında yine artık bir klasik hâline gelmiş olan George Cukor'un yönetip Greta Garbo'nun başrolü oynadığı filmle de beyaz perdeye uyarlanır.

Filmde dönemin yıldız oyuncusu Alla Nazimova unutulmaz bir oyunculuk sergilerken, Valentino'nun ise daha ününün zirve yapıp efsane statüsüne ulaşmadan önceki yıllarındayız. Ancak belirtmeliyim ki film çekilirken olmasa da filmin gösterime girdiği sıralarda Valentino'nun ünü bir hayli yayılmış olduğundan filmin gişe gelirleri beklenenin üzerinde olmuş.

Filmi, George Cukor'un 1936 uyarlamasının dvd'sinde bulup izlemiştim. Peter Vantine'nin bestelerinin de filme dramatik olarak çok güzel uyduğunu düşünüyorum.

İlgilisine...

1 Ağustos 2016 Pazartesi

NORTH BY NORTHWEST - FİLMİN KESME-KESME, PLAN-PLAN KURGU VE KAMERA ANALİZ NOTLARI

NORTH BY NORTHWEST

FİLMİN KESME-KESME, PLAN-PLAN KURGU VE KAMERA ANALİZ NOTLARI


Kendimi teknik açıdan geliştirebilmek için sevdiğim filmleri DVD’den tek bir video dosyasına çevirip(rip edip) kurgu programına koyarım. Ardından filmdeki her kesmeyi tespit edip kurgu programında ben de keserim. Tüm bu işlem bitince kesme-kesme ve plan-plan filmi kare-kare izler, incelerim. Ve sonra da silerim…

İşte bu işlemi North by Northwest’e uygulamak üzereyken bu analizi kalıcı kılmak amacıyla dokümante etmeyi istedim. Açıkçası bu çalışmayı hazırlamak tahmin ettiğimden uzun sürdü.

Kendim için hazırladığım bu çalışmadan belki sinema öğrencileri, sinefiller, filmin hayranları vs. bir fayda çıkarabilirler.

Özgür Çetimen

Çalışmayı aşağıdaki linklerden indirebilirsiniz.

Link [PDF (610 sayfa) - 144 MB]

Alternatif Link [PDF (610 sayfa) - 144 MB]

(Bilgi: Çalışma dosyasını İnternete koymadan önce virüs taramasından geçirdim.)

[Not: Genel yazım hatalarını ve bazı çekim ölçeklerindeki yazım hatalarını düzeltip ikinci baskısını ilerde buraya koyacağım. (08.2020)]

THE DEVILS - (1971)

THE DEVILS (Şeytanlar)

Ken Russell'ın yönetip yazdığı filmin senaryosu Aldous Huxley'in The Devils of Loudun adlı romanı ile bu romandan John Whiting'in uyarladığı The Devils adlı tiyatro oyununa dayanıyor.

Filmin başrollerinde Oliver Reed ve Vanessa Redgrave var. Oliver Reed filmde kanımca en iyi performanslarından birini sergilerken Vanessa Redgrave de kamburundan ötürü dışlanmış, bastırılmış cinselliğini kontrol edemeyen, psikolojisi bozuk rahibe Jeanne rolünde gayet iyi ve ürkütücü.

17. yüzyıl Fransa'sında Kardinal Richelieu gücünü arttırıp Fransa'daki protestan isyanlarını önlemek için Loudun kasabasını yıkmak istemektedir. Bu hususta ona izin vermeyen kralı ikna etmek için yoğun bir şekilde çabalamaktadır. Loudun kasabasında ise vali ölmüş ve yönetimi halk tarafından beğenilen ama kendi içinde ve yaptıklarıyla birçok çelişkiye sahip olan rahip Urbain Grandier'e (Reed) bırakmıştır. Kasabanın kontrolünü ele geçirmenin Grandier'i devirmekte gören Richelieu, Grandier'in açıklarını aramaya başlar. Bu sırada Grandier'e tutkun olup ondan yüz bulamayan rahibe Jeanne kıskançlıkla yalanlar söylemeye başlar ve kısa süre içinde Grandier'in tüm düşmanları ona karşı birleşirler.

Film din ve devlet birliği, dinin politikanın hizmetkârı haline gelmesi; bireysel, toplumsal ve dini histeri üzerine sert ve etkileyici bir eleştiri, hatta acı bir taşlama.

Film birçok sert eleştiri alsa da, birçok ülke de gösterimi yasaklansa da kimse bu filmi yaptığından ötürü yargılanıp hapse atılmamış ya da öldürülmemiş. Açıkçası filmi izlerken bu filmin içeriğinin islami bir topluma uyarlanarak yeni bir filmi yapılsa ölecek insanların haddi hesabı ne olur diye düşünmeden edemedim.

Bu arada ilginçtir film İtalya'da yasaklanmasına rağmen Venedik Film Festivali'nde En İyi Yönetmen ödülünü almış.

Film gerek görsel açıdan içerdiği işkence ve cinsellik sahneleriyle; gerek sınırları geçip tabuları yıkmasıyla birçok izleyiciyi zorlayabilecek bir film. Zamanında X kategorisine alınmış filmin birkaç versiyonu var. İngiltere'de BFI'dan çıkan filmin 111 dakikalık X versiyonunu içeren dvd baskısı gayet iyi ve dolu bir içeriğe sahip(yalnız PAL DVD transferinde %4 kısalma olduğundan süresinin 107 dakika olarak yazılması kafanızı karıştırmasın).

İlgilisine...

THE NURSE (L'infermiera) - (1975)

THE NURSE (L'infermiera)

Nello Rossati'nin yönettiği, yapımcılığını ise ünlü yapımcı Carlo Ponti'nin üstlendiği bu İtalyan erotik komedi filminin başrollerinde Ursula Andress ve Duilio Del Prete var. Ursula Andress hemşire Anna rolünde baş döndürücü... Filmin yardımcı rollerinde öne çıkan isimler ise Luciana Paluzzi ve Jack Palance. Ancak Jack Palance'ın rolü çok kısa; toplamda üç-dört dakikalık bir süreye denk geldiğini belirtmeliyim.

Filmin kısaca konusu: Zengin ve çapkın bir dul olan Leonida kalp krizi geçirir. Bu sırada sahip olduğu üzüm bağlarını satın almak isteyen Amerikalı bir iş adamı gelip ailesine yüklü bir para teklifi yapar. Ailenin bağları satabilmesi için Leonida'nın ölmesi gerekmektedir. Bu sorunu çözmek için ailenin işbilir üyesi Benito, Leonida'ya ikinci bir kalp krizi geçirtmeyi planlar. Bu amaçla eski bir tanıdığı olan güzel ve seksi Anna'yı hemşire olarak işe alır.

Yönetmen Nello Rossati düşük bütçeli La Nipote adlı filminden sonra yapımcı Carlo Ponti'nin dikkatini çekmiş ve bu filmde bir araya gelmişler. Rossati düşük bütçesine rağmen filmi altı buçuk haftada çekebilmiş.

Gianfranco Plenizio'nun bestelediği tema müziği de filmden akılda kalanlardan...

Bu arada filmin merkezindeki seksi ve kurnaz karakterin mesleğinin hemşirelik olmasını hemşire dernekleri uygunsuz bulmamış olacaklar ki filmi protesto edip, yasaklatmaya çalışmamışlar. Herhâlde filmin yetişkinler için bir fantezi olduğunu ve perdeye yansıyanın da mesleğin değil de karakterin olduğunu düşünmüş olacaklar. 

Özellikle 70'li yıllarda İtalya ve İngiltere'de çekilen seks komedileri olsun, sömürü filmleri ve bunların alt türleri olsun bu ülkelerde sinema tarihlerinin bir parçası ve dönemlerinin bir yansıması olarak sanatsal ve politik açıdan önem arz ediyorlar. Öyle ki filmlerin restore edilmiş kopyaları sürekli ev sinemasına(dvd/blu-ray vs.) kazandırılarak sinemaseverlerle buluşuyor. Ayrıca bu filmlerde oynayan oyuncuları da küçümsememişler ya da oyuncuların üzerinde bir baskı oluşturarak onları neredeyse bu filmlerde oynadıklarından ötürü özür diler hale getirmemişler. Enteresan...

Nostalji yapıp eğlenceli bir İtalyan seks komedisi izlemek isterseniz The Nurse kötü bir tercih olmaz.

İlgilisine...

1 Temmuz 2016 Cuma

PICNIC AT HANGING ROCK - (1975)

PICNIC AT HANGING ROCK

(*spoiler/sürpriz bozan içerir!)

Yönetmenliğini Peter Weir'ın yaptığı bu gizem dolu filmin senaryosunu Joan Lindsay'in aynı adlı romanından Cliff Green uyarlamış.

1900 yılının Sevgililer Gününde Avustralya'daki özel bir kızlar okulu, öğrencilerini Hanging Rock'a pikniğe götürür. Piknik sırasında dört öğrenci ve bir öğretmen iz bırakmadan ortadan kaybolur. Olayın ardından onları bulmak üzere takıntılı bir arama çalışması başlar.

Filmin başrollerinde Anne-Louise Lambert, Helen Morse, Rachel Roberts, Vivean Gray ve Dominic Guard var. Özellikle Miranda rolünde Anne-Louise Lambert performansıyla ve güzelliğiyle hafızalara kazınıyor.

Filmin uyarlandığı kitabı henüz okumadığımdan uyarlama açısından filmi ve kitabı kıyaslayamayacağım. Ancak kanımca ortada sinematik açıdan gerçekten çok iyi bir film var.


Filmde Peter Weir tekinsiz bir atmosfer yaratmakta çok başarılı, ağır çekim sahneleri ise hipnotize edici. Adeta Hanging Rock'taki garipliği ve onun sizi izlediğini hissedebiliyorsunuz (Jack Clayton'ın The Innocents adlı filminden beri böyle hissetmemiştim). Filmin görüntü yönetmeni olan Russell Boyd'un sinematografisi ve filme olan katkıları büyük. Russell Boyd filmin soft görünümünü bir gelinlik duvağını gerip lense takarak elde etmiş. Filmdeki görüntü çalışmasıyla Boyd'un Bafta ödülünü aldığını da belirteyim.

Filmin alt metninde zamanın sınıflar arası problemleri, ergenlikten yetişkinliğe geçiş, bastırılmış cinselliğin yansımaları yer tutmakta. Peter Weir'ın incelikle yansıttığı bu hususları güzelce analiz eden Megan Abbott'un makalesi kesinlikle okumaya değer. Link

Joan Lindsay kitabında olanları açıkladığı son bir bölüm yazmış olsa da editörünün önerisiyle bu son bölümü kitabından çıkarmış. Hem romanda hem de filmde olanlar seyircinin yorumuna bırakılıyor. Ancak yazarın ölümünden sonra yayımlanan bu son bölümde yazar; kayıp kızların ve öğretmenin Hanging Rock'ta oluşan bir çeşit time-warp'a (uzay-zaman bükülmesi) kapılarak kaybolduğunu belirtiyor. Bu açıklama filmde birçok kez gösterilerek vurgulanan saatlere ve ağır çekim sahnelere de bir anlam yüklüyor.

Filmin sinema ve yönetmen kurgusu olmak üzere iki versiyonu var. Ancak ilginçtir filmin yönetmen kurgusu sinema versiyonundan yedi dakika daha kısa.

Film elde ettiği gişe başarısı ve aldığı iyi eleştirilerle Peter Weir'ın kariyerini yükselişe geçirmiş ve yönetmenin Hollywood kariyerinin de başlamasına önayak olmuş.

Avustralya yeni dalga sinemasının en iyi filmlerinden biri olan Picnic at Hanging Rock içinde sizin de kaybolacağınız hipnotik, mistik bir gerilim filmi.

İlgilisine...

ERASERHEAD - (1977)

ERASERHEAD

David Lynch'in yönettiği ve ilk uzun metrajı olan bu tekinsiz, sürrealist bir rüya aleminde komedi ile korku arasında gidip-gelen filmin başrollerinde Jack Nance, Charlotte Stewart, Allen Joseph, Jeanne Bates ve Judith Roberts var.

Lynch filmde yarattığı dünyası üzerine: Bir fabrika ve onun çevresindeki mahallede şekillenmiş bir dünya olduğunu, ve bu dünyanın içinde minik detaylar ve işkenceler barındıran küçük, bilinmeyen, acayip ve neredeyse sessiz kayıp bir yer olduğunu söylüyor.

Hem görsel hem de sessel açıdan yeni bir dünya barındıran filmde Lynch'in The Grandmother adlı kısa filminden tematik ve görsel izlerin yanı sıra yönetmenin organik maddelere olan ilgisini de filme yansıttığını görüyoruz. Ayrıca filmin senaryosunda ve görselliğinde Franz Kafka'dan ve Nikolai Gogol'dan izler de görmek mümkün.

Jack Nance, Henry Spencer rolünde hafızalara kazınan bir oyunculuk sergiliyor. Karakterin artık ikonikleşmiş saçları ise Lynch'in hayal gücünün eseri. Bu arada filmi dört-beş haftada çekmeyi planlarken tamamlaması 5 yıla varınca Jack Nance'in saçlarını filmin devamlılığı açısından kontrol etmek bir hayli zor olmuş olmalı.

Bir tür mutant bebek olan kukla bebeğin tasarımı ve kullanılışı da etkileyici; bazen ürkütücü de.

Filmin ses çalışması filmin atmosferine en az filmin görsel çalışması kadar önemli bir katkıda bulunuyor. Ses seviyesi yüksek olan ses efektlerinin etkisi büyük. Lynch'in Jacques Tati'ye hayran olmasına şaşmamalı.

Filmin harika bir siyah-beyaz görüntü çalışması var. Filmin çekimlerinin başında sinematograf koltuğunda oturan Herbert Cardwell prodüksiyon sırasında ölünce yerine Lynch'in AFI'dan arkadaşı olan ve AFI'da görev yapan Frederick Elmes gelir. Lynch sahnelerde gölgelerin içinin hayal-meyal görünmesini ama anlaşılmamasını, izleyicinin hayal gücüne kalmasını ister. Bu izleyici için merak uyandırdığı gibi sıkıntı verici de olabiliyor. İki sinematografta Lynch'in bu siyah-beyaz sürrealist dünyasını layıkıyla aydınlatmışlar.

Gösterime çıktığında olumlu-olumsuz bir çok eleştiri alan film, yıllar geçtikçe kendi hayran kitlesini genişleterek kültleşir. Filmi üzerine yapılan yorumlamalar için David Lynch, -kendi yorumunu belirtmeksizin- henüz kendisinin yorumuna yakın bir yorum duymadığını söylüyor. Sanırım herkesin filme olan bakışının ve yorumunun kendisine kalması daha iyi.

Kendi dünyanızdan çıkıp garip bir dünyada vakit geçirmek istiyorsanız, Eraserhead size bunu sunuyor.

İlgilisine...

1 Haziran 2016 Çarşamba

CRIES and WHISPERS (Viskningar och rop) - (1972)

CRIES & WHISPERS (Çığlıklar ve Fısıltılar)

Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği filmin başrollerinde Harriet Andersson, Liv Ullmann, Ingrid Thulin ve Kari Sylwan var.

Bergman'ın iletişimsizlik, sevgi arayışı temalarının yanında kanımca ölüm ve acı temalarını Silence (Tystnaden) adlı filminden bu yana en güçlü yansıttığı filmi.

Bergman filmin çıkış noktası olarak aklına düşen ve sürekli tekrar eden bir imgeyi işaret ediyor: Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde kırda beyaz kıyafetleriyle dolaşan dört kadın. Ardından bu imgedeki kadınların her birinin karakterini kendi yaratmış.

Kanserden ölmek üzere olan Agnes'in son günlerinde onunla vakit geçirmek için kız kardeşleri Maria ve Karin onun kaldığı eve gelirler. Evde ayrıca Agnes'i çok seven ve bir süre önce çocuğunu kaybetmiş olan hizmetçi Maria bulunmaktadır. Hepsinin kendi içlerinde ve birbirleriyle olan hesaplaşmalarına tanık oluruz.

Filmde dokunmak ve dokunuşlar karakterlerin yakınlaşma çabalarını gösterirken karakterlerin bazen açlıkla dokunuşları arzuladığını ya da öfkeyle reddettiğini görüyoruz.

İçe dönüşlerde kız kardeşlerin fısıltılarla başlayan ve anne ya da eşleriyle olan ilişkilerini yansıtan flashbackler gösterilirken, hizmetçi Maria'nın içe dönüşü ise ölen çocuğunun çığlıklarıyla başlıyor ve sonrasında ölü Agnes ile yaşanan daha çok rüya ile gerçeklik arasında bir tür paralel ortamda geçiyor.

Bergman'a göre ruh, öz kırmızı rengin özelliklerini taşıdığından ve bu filmde de kendi ifadesiyle hem kendi hem karakterler için bir ruh, iç değerlendirme yaptığından kırmızı renk filmde baskın ve önemli bir rol oynuyor.



Sinematograf Sven Nykvist bu kan kırmızısı tonu elde etmek için çok uğraşmış, sayısız test yaptığı söyleniyor. Çünkü o dönemde film negatifleri fazlasıyla kırmızı renge duyarlıymış. Bergman ve Nykvist ikilisinin yarattıkları o eşsiz yakın çekimler, ışığın değişen duygu durumlarıyla değişmesi ve kompozisyonlarıyla sinematografik açıdan da çok etkileyici bir film.

Filmin hafızalara kazınan imajlarından biri... Hatta bu imaj 1981 yılında İsveç'de posta pulu yapılmış.

Filmin dönemsel kostüm çalışması ve hikayesinin geçtiği evin tasarımı incelikli ve detaylı bir çalışmaya sahip. Filmin kostüm ve prodüksiyon tasarımı -daha önce Bergman'ın Virgin Spring (Jungfrukällan) filmiyle Oscar'a aday olan- Marik Vos-Lundh'a ait.

Son bir anekdot olarak Bergman filmin ismini Mozart'ın bir sonatı için yazılan bir eleştiri yazısından almış.

Beş dalda (En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Kostüm ve Sinematografi) Oscar'a aday olan film, Oscar töreninden En İyi Sinematografi ödülüyle ayrılmış. Bu arada Akademi'nin körleşerek filmin tüm kadın oyuncularının performanslarını es geçmiş olduğunu belirtmeliyim.

İlgilisine...

HEAVEN'S GATE - [Director's Cut] - (1980)

HEAVEN'S GATE - Yönetmen Kurgusu

Michael Cimino'nun yazıp yönettiği filmin başrollerinde Kris Kristofferson, Christopher Walken, John Hurt ve Isabelle Huppert var.

Michael Cimino filmin kurgu senaryosunu 1890'larda Wyoming'deki zengin toprak ağalarıyla bölgeye göç eden Avrupalılar arasında çıkan çatışmalardan (Johnson County War) esinlenerek yazmış.

Film iki yakın dostun Jim (Kris Kristofferson) ve bir toprak ağasının oğlu olan Billy (John Hurt)'nin Harvard'dan mezun olmalarıyla başlıyor ve 20 yıl sonraya atlıyor. Jim kasabanın şerifi olmuş, Billy ise kendini alkole vermiştir. Kasabaya göç eden Avrupalı göçmenleri kendilerine tehdit olarak gören yerel toprak ağaları göçmenleri korkutarak göndermek için Champion'u tutarlar (Christopher Walken) ve şiddete başvururlar. Jim olayları araştırmaya başlar ama işler birçok açıdan karışacaktır.

Filmin görselliği ve sanat yönetimi gayet özenli ve başarılı. Usta sinematograf Vilmos Zsigmond'ın kamera çalışması, geniş vista çekimleri ve aydınlatması unutulmaz. Sanat yönetimi kategorisinde Oscar'a aday olan filmin sanat yönetimi ekibi ise -daha önce The Rose Tatto ile Oscar kazanan- Tambi Larsen ve James L. Berkey.




Filmin müzikleri David Mansfield'e ait. Özellikle Ella's Waltz sahnesi (Ella ve Jim'in patenlerle Heaven's Gate'de dans ettikleri sahne) hem müzikal açıdan hem de görsel açıdan gayet güzel. Bu arada müzik grubunun içinde genç T-Bone Burnett'i de görebilirsiniz. Link

Filmin yapım hikayesi kitap olacak cinsten. Filmin yapımında yaşanılan olaylar, filmin finansal sorunları, Cimino'nun mükemmele ulaşma çabası, egosu, defalarca yaptırdığı tekrarları, kavgaları vs. ilginizi çekiyorsa Final Cut: The Making and Unmaking of Heaven's Gate gibi belgeselleri, filmin dvd-blu-ray baskılarında bulunan röportaj ve kısa belgeselleri bulup izleyebilir; ayrıca Final Cut: Art, Money, and Ego in the Making of Heaven's Gate, the Film that Sank United Artists adlı kitabı da okuyabilirsiniz.

Michael Cimino'nun Deer Hunter ile kazandığı başarıdan sonra başladığı bu pahalı tutku projesi maalesef gişede uğradığı büyük hüsranla birçok açıdan pahalıya patlamış. Filmin ticari başarısızlığı United Artist Stüdyosunu batma noktasına sürüklerken, Michael Cimino'nun stüdyo kariyerini de büyük ölçüde bitirmiş. Ayrıca filmin ticari başarısızlığı Hollywood stüdyolarını yönetmen kontrollü sinemadan yine eskisi gibi stüdyo kontrollü filmlerin üretimine yöneltirken, western türündeki filmlerin de stüdyolar tarafından üretimini bir hayli azaltmış (hatta zamanında bazıları bu filmi westernleri öldüren film, olarak nitelendirmiş).

Filmin 149 dakikalık sinema ve Cimino'nun 216 dakikalık yönetmenin kurgusu versiyonları var. [Bu arada Cimino'nun ilk yönetmen kurgusu yaklaşık 325 dakikaymış(büyük ihtimalle kaba kurgusudur ama yine de bir hayli uzun)]. Filmin sinema versiyonunu izleme şansım olmadı ancak 216 dakikalık yönetmen kurgusunu birkaç yıl önce izlemiş ve gayet beğenmiştim. Zamanında filmin yapılmış en kötü filmlerden biri olarak nitelendirilmesine açıkçası anlam veremedim. Gerek hikayesi, gerek anlatımıyla, sanat yönetimiyle, müziğiyle, sinematografisi ve oyunculuklarıyla bence çok iyi bir film, Heaven's Gate. Nitekim artık günümüzde bu filme hak ettiği değer yavaş yavaş verilmeye başlanmış. (Tabii bu Cimino'nun kayıp yıllarını ve kariyerini geri getiremiyor.)

İlgilisine...

2 Mayıs 2016 Pazartesi

DAY FOR NIGHT (La nuit américaine) - (1973)

DAY for NIGHT   (La nuit américaine)

François Truffaut'un içindeki sinema sevgisini önceki filmlerine nazaran daha da belirgin bir şekilde ortaya koyduğu bu filminin başrollerinde Jacqueline Bisset, Jean-Pierre Leaud, Valentina Cortese, Jean-Pierre Aumont ve yönetmen Ferrand rolünde François Truffaut var.

Valentina Cortese'in başı çektiği profesyonel oyuncular gayet iyi performanslar sergiliyorlar. Truffaut yardımcı karakterlerin bazılarını profesyonel aktörler arasından bazılarını da set ekibi çalışanlarının arasından seçmiş.

Filmin senaryosunu François Truffaut, uzun zaman birlikte çalıştığı dostları Suzanne Schiffman ve Jean-Louis Richard ile birlikte yazmış.

Film içinde bir film olan Day for Night, bir film ekibinin filmin ilk çekim gününden son çekim gününe kadar yaşadıkları olayları, karakterlerin içsel ve dışsal çatışmalarını ve duygu durumlarını sergiliyor. Ve tüm bunlar bir film setinin merkezinde ya da yörüngesinde yaşanıyor.

Sinema sanatı ve film yapımı üzerine birçok özlü sözü barındıran filmin ismi de teknik bir sinema jargonundan geliyor. Amerikalıların gece sahnelerini gündüz çekmek için geliştirdiği kamera filtresiyle çekim yapmaya jargonda Day for Night ya da Fransızca ifadesiyle La nuit américaine (Amerikan gecesi) deniyor.

Film Truffaut'un sinema sevgisini, sinemaya bakışını yansıtırken aynı zamanda onun sinema çalışanlarına, oyunculara, sinemasını şekillendiren yönetmenlere ve elbette -değişmeyen bir Truffaut teması olarak- kadınlara karşı olan sevgi ve hayranlığını da yansıtıyor.

Tabii filmi beğenmeyenler de olmuş. Mesela, Truffaut'un bu filmdeki yaklaşımını beğenmeyen Goddard'ın Truffaut'a sert bir üslupla yazdığı eleştirel mektup sonrası ikilinin girdiği "mektup kavgası" sonucunda iki eski dostun araları açılmış ve sonrasında da düzelmemiş.

Yönetmenlerin sinemaya olan sevgilerini yine sinemayla, filmle yansıtmaları gayet doğal bir yaklaşım. Bu filmin öncesinde de sonrasında da nicesi çekildi ve çekilecek. Ve özellikle sinema yapma, film çekme aşkıyla yanıp fırsat bulamayanların bu filmleri daha da bir heyecanla ve imrenerek izlediğini ve izleyeceğini de belirtmeliyim; kendimden biliyorum.

Dört dalda (En İyi Yönetmen, Senaryo, Yardımcı Oyuncu ve Yabancı Film) Oscar'a aday olan film törenden En İyi Yabancı Film Oscar'ını alarak ayrılmış. Kurgusunun ise es geçildiğini düşünüyorum.

İlgilisine...

DODES'KA-DEN (Dodesukaden) - (1970)

Kurosawa'nın kendi resimlerinden yapılan DVD kapağı.
DODES'KA-DEN

Akira Kurosawa'nın yönettiği filmin senaryosunu Shugoro Yamamoto'nun Kisetsu no nai machi (The Town without Seasons) adlı kitabından Akira Kurosawa, Hideo Oguni ve Shinobu Hashimoto uyarlamış.

Filmde Tokyo'nun varoşlarından bir çok karakterin hikayesini izliyoruz.

Bu arada filmin ismi -filmdeki ilk karakter tramvay kullandığını hayal eden bir çocuk- Japonca tramvay sesinin taklidinden geliyor.

Film Kurosawa'nın ilk renkli filmi ve usta yönetmen -biraz masalsı ve fantezi olan filminde- canlı renkleri bir hayli kullanmış. Filmin görüntü yönetmenleri ileride Ran ile Oscar'a aday olacak olan Takao Saito ve Yasumichi Fukuzawa.



Kurosawa değişen Japon sineması ve ekonomisi nedeniyle filmi ancak beş yıl içinde finanse edebilmiş. Eskiden ortalama bir ya da iki yılda bir, hatta bazen yılda iki film yapabilen usta yönetmene Red Beard'dan sonraki bu beş yıllık ara çok uzun ve ağır gelmiş. Öyle ki Kurosawa'nın Dodes'ka-Den'in çekeceği ilk sahnesinde motor derken sesinin titrediği ve duygusallaştığı setten anlatılanlar arasında.

Filmi Toho stüdyoları ile Kurosawa'nın diğer önemli yönetmenlerle kurduğu -Masaki Kobayashi, Keisuke Kinoshita ve Kon Ichikawa- Shiki no kai (The Four Horseman Club) adlı şirket finanse etmiş.

Film, En İyi Yabancı Film Oscar'ına aday olsa da maalesef gişede zarar edip zaten depresif bir durumda olan Kurosawa'yı intihar teşebbüsüne götüren sebeplerden de biri olmuş. Bu olayın ardından usta yönetmenin sinemaya dönmesi ve Dersu Uzala'yı yapması ise yine sıkıntılı bir beş yılını alacaktır.

Dodes'ka-den canlı renklerle sarılmış masalsı bir dünyada geçen duygusal, acı ve gerçekçi bir yolculuk filmi.

İlgilisine...

imdb 

4 Nisan 2016 Pazartesi

NIGHT AND THE CITY - (1950)

NIGHT and the CITY

Yönetmenliğini Jules Dassin'in yaptığı bu klasikleşmiş noir filminin başrollerinde Richard Widmark ve Gene Tierney var. Yan rollerde ise harika oyunculuklar sergileyen Googie Withers ve Francis L. Sullivan var. Ayrıca hiç oyunculuk tecrübesi olmamasına rağmen eski bir güreş şampiyonu olan Stanislaus Zbyszko'nun performansı da hafızalara kazınıyor.

Filmin senaryosunu Gerald Kersh'ün aynı adlı romanından Jo Eisinger uyarlamış.

Harry Fabian (Widmark) gece kulüplerine müşteri bulup gönderen usta bir üçkâğıtçıdır. Burnu fırsatların kokusunu alsa da yeterince parası yoktur ve başı da beladan kurtulmamaktadır. Bir gece kulübünde çalışan sevgilisi Mary (Tierney) onu bu hayattan vazgeçirmek istese de beceremez. Bir gece Harry'nin karşısına ona 'biri' olma fırsatını verecek, onu zengin edip, 'büyük' adam yapacak bir fırsat çıkar. Ama bunu gerçekleştirmek için sermayeye ihtiyacı olacaktır.  Harry para aramaya başlar...

Yönetmen Jules Dassin politik görüşlerinden ötürü McCarthy döneminde Hollywood'un kara listesine girince Fox Stüdyosu'nun efsane şeflerinden Darryl Zanuck, Dassin'e Amerika'dan uzakta Londra'da çekmesi için Night and the City'i verir. Çekimlere başlamak için zaman kısıtlı olduğundan Dassin senaryonun uyarlandığı kitabı dahi okuyamaz.

Filmin iki versiyonu var: Birincisi 96 dakika süren ve Franz Waxman bestelerini içeren Amerikan versiyonu; diğeri ise 101 dakika süren ve Benjamin Frankel'in bestelerini içeren İngiltere versiyonu. Jules Dassin kara listeye alındığından filmin hazırlanan bu iki kurgusuna da müdahale etmesine izin verilmemiş. Dassin daha sonra verdiği bir röportajda Amerikan versiyonunun kendi aklındaki versiyona daha yakın olduğunu belirtmiş. Bence de Amerikan versiyonu İngiliz versiyonundan daha iyi olmuş. Ancak İngiliz versiyonunda Amerikan versiyonunda olmayan akıllardaki bazı soru işaretlerini gideren kısa sahneler mevcut. Ama yine de Amerikan versiyonunu kurgu ve müzik açısından daha iyi buldum. Ayrıca kullanılan alternatif sahneler (örneğin; filmin açılışındaki Mary ile olan sahne ve filmin final sahnesi) İngiliz versiyonuna göre daha karanlık, sert ve umutsuz.

Night and the City, sürekli hayallerini kovalayıp tam onlara kavuşmak üzereyken kaybedenlerin filmi.

İlgilisine...

THE TRAIN - (1964)

THE TRAIN

(spoiler/sürpriz bozan içerir!)

John Frankenheimer'ın yönettiği filmin başrollerinde Burt Lancaster, Paul Scofield ve Jeanne Moreau var.

Filmin senaryosunu -bir müze müdürü ve Fransız direnişinin bir üyesi olan- Rose Valland'ın Le Front de l'art adlı kitabından Franklin Coen ve Frank Davis uyarlamış.

En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ına aday gösterilen filmin hikâyesi özetle şöyle: 2.Dünya Savaşı'nın sonu yaklaşırken Naziler Fransa'yı yavaş yavaş terk etmektedirler. Sanata düşkün Albay Von Waldheim (Scofield) Fransa'da bulunan en değerli tabloları trenle Almanya'ya kaçırmaya karar verir. Bunu öğrenen Fransız Demiryolları içinde çalışan direnişçiler trenin Fransa'nın dışına çıkmasını engellemeye çalışırlar.

Filmin ilk yönetmeni Arthur Penn çekimlerin ilk gününden sonra Lancaster'ın arzuladığı gibi aksiyona odaklanmayınca ve bu hususta Lancaster ile anlaşamayınca yönetmenlik görevinden alınmış ve yerine John Frankenheimer getirilmiş.

Filmde John Frankenheimer en iyi işlerinden birini ortaya koyuyor. Gerilim yaratmaktaki ustalığı, mizansenleri, sahneleri görsel olarak inşa etmesi (Lancaster'ın filmin son 28 dakikasında hiç repliği yok), zoom lensi incelikli kullanmasıyla, uzun takip(tracking) çekimleriyle, oyuncu yönetimiyle, ve de özellikle kurgusuyla filmi unutulmaz bir epik hâline getirmiş.

Filmin görüntü yönetmenleri Walter Wottitz ve Jean Tournier. Walter Wottitz bir yıl önce En İyi Görüntü Yönetmeni Oscar'ını kazandığı (yine bir savaş filmi olan) The Longest Day'den kazandığı birçok tecrübeyi bu filme de yansıtmış görünüyor.

Burt Lancaster'ın filmdeki performansı gayet iyi. Aksiyon dolu bu filmin çekimleri sırasında Lancaster'ın 50 yaşına basmış olmasına rağmen birçok tehlikeli sahneyi -trenden atlama, merdivenleri kayarak inme, duvarlardan atlama vs.- dublörsüz gerçekleştirdiğini de belirtmeliyim. Anlatılanlara göre çekimlerde Lancaster ve kamera ekibi birçok kez ölümcül olabilecek kazalardan kurtulmuşlar. Paul Scofield ve Jeanne Moreau'nun yanı sıra diğer yardımcı oyuncular da rollerinde gayet iyiler.

Yakın zamanda George Clooney, yönettiği The Monuments Men adlı filminde benzer bir konuyu işlemişti. İki filmde, insanların sanat eserleri için hayatlarını tehlikeye atmalarını milliyetçilik ve ideallerle anlamlandırmaya çabalıyor. Ancak bu konuda Burt Lancaster'in karakteri Labiche'nin sinik görüşüne katılıyorum ve sanat eserlerinin çok önemli olduğunu ama insan hayatından daha önemli olmadıklarını düşünüyorum. Filmde o tablolar için o kadar insan öldü ki sayamadım. Sonuçta dünyanın birçok ülkesindeki müzelerde -kaçakçılıkla ya da savaş zamanlarındaki karışıklıklarda- diğer ülkelerden kaçırılmış birçok sanat eseri mevcut. Sanat eserleri başka ülkelerde de olsa var olmaya, sergilenmeye ve insanlığa katkılarına devam ediyorlar; ama ölen o insanlar değil.

The Train soluksuz bir aksiyon ve gerilim sunuyor, ve bence türünün en iyilerinden.

İlgilisine...

1 Mart 2016 Salı

THE LAST COMMAND - (1928)

THE LAST COMMAND

Yönetmenliğini Josef von Sternberg'in yaptığı bu sessiz melodramanın başrolünde -etkileyici bir performans sergileyen- Emil Jannings var. Ayrıca yardımcı rollerde Evelyn Brent ve William Powell da akılda kalıcı oyunculuklar sergiliyorlar.

Hikayesinin çıkış noktasını ya da esinini gerçek bir kişi olan General Lodijensky'nin hayatından alan filmin konusu şöyle: Yıl 1928. Çar'ın kuzeni ve Çarlık Rusya'sının eski bir generali olan Sergious Alexander Bolşevik devrimi sonrasında Rusya'dan kaçmış ve Hollywood'a gelmiştir. Artık yaşlanmış ve çökmüş olan Sergious, Hollywood'da figüranlık yaparak geçimini sağlamaktadır. Bir gün yeni filmi için oyuncular arayan film yönetmeni Lev Andreyev, Sergious'un fotoğrafını gördüğünde donup kalır. Fotoğraftaki adama tanıdık gözlerle bakar ve ona general rolünü verir. Bunun sebebini ve Sergious Alexander'ın geçmişte başına gelenleri uzun bir flashback içinde izleyerek öğreniriz.

Emil Jannings bu filmdeki performansıyla Amerikan Film Akademisi'nin düzenlediği ilk Oscar töreninde En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazanmış.

Josef von Sternberg'in hikayeyle motive edilmiş kamera hareketleri, duyguları ortaya koyan ekspresyonist kurgusu, özenli setleri, minyatürleri, aydınlatması, sembolizmi ve mizanseniyle filmi unutulmaz kılıyor. Sternberg'in resme olan tutkusu kompozisyonlarına yansıyor; her zamanki gibi yönetmenin özenli kompozisyonlarını izliyoruz.

İlgilisine...

PAPER MOON - (1973)

PAPER MOON

Yönetmenliğini Peter Bogdanovich'in yaptığı filmin başrollerinde Ryan O'Neal ve Tatum O'Neal var.

Filmin senaryosunu Joe David Brown'un Addie Pray adlı romanından usta senarist Alvin Sargent (Julia, Ordinary People) uyarlamış.

Klasik bir yol filmi olan film Amerika'daki ekonomik çöküşün olduğu Büyük Depresyon döneminde geçiyor. Film Addie'nin (Tatum O'Neal) annesinin cenazesiyle açılıyor. Cenazeye gelen az sayıdaki insanın arasında Addie'nin eski bir sevgilisi olan Moses (Ryan O'Neal) da vardır. Rahip ve yanındakiler Moses'dan kasabada kimsesi olmayan Addie'yi St. Joseph'deki teyzesine götürmesini rica ederler. Moses isteksiz de olsa bunu kabul eder. Addie, Moses'ın babası olduğundan şüphelenirken bir süre sonra Moses'ın bir dolandırıcı olduğunu anlar. Addie'nin dolandırıcılık işinde Moses'a katılmasıyla birlikte ikilinin başından birçok macera geçer.

Bogdanovich The Last Picture Show'da olduğu gibi bu filmde de oyuncularından iyi performanslar almasını biliyor ve görsel açıdan uzun kesintisiz sahneleriyle - iyi planlanmış mizansen ve kamera hareketleriyle- ve özenli kurgusuyla filme imzasını atıyor.

Filmin tüm oyuncuları çok iyi performanslar sergiliyorlar. Ryan O'Neal kariyerinin en iyi ve farklı performanslarından birine imza atarken başrolü paylaştığı kızı Tatum O'Neal da sergilediği oyunculukla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ını alan en genç(10 yaşında ve ilk oyunculuk deneyimi) aktris olmuş. Gerçekten de izlerken gözünüzü ondan alamıyorsunuz. Ama bunu sağlamak kolay olmamış; yönetmen Bogdanovich, Tatum'dan böylesine doğal bir oyunculuk almak için bazen 50 tekrar yaptığını belirtiyor. Bu arada Trixie rolündeki Madeline Kahn'ın -kısa ekran süresine rağmen- sergilediği içten ve akılda kalıcı oyunculuğa da değinmeden geçmeyeyim.

Siyah-beyaz filmin sinematografisi büyük ustalardan Laszlo Kovacs'a ait. Kovacs filmde gölgeleri özenle kullanıyor/yerleştiriyor. Özellikle otel odalarındaki sahnelerin kontrastı yüksek ama güzel ve etkili. Bogdanovich'in tercih ettiği kesintisiz uzun sahnelerin çekimlerini ve deep focus'u da başarıyla sağlıyor. Ayrıca dış sahnelerde -Orson Welles'in tavsiyesiyle- kamerada kırmızı filtre kullanarak (siyah-beyaz filmde kontrastı arttırıp gökyüzünü koyulaştırır) film için aradığı o özel, filme spesifik görünümü/görselliği bulmuş.

Paper Moon barındırdığı başarılı oyunculuklarla, özenli yönetimiyle ve sinematografisiyle gerçekten iyi, eğlenceli ve samimi bir film.

İlgilisine...

imdb

1 Şubat 2016 Pazartesi

MARKETA LAZAROVA - (1967)

MARKETA LAZAROVA

Yönetmenliğini Frantisek Vlacil'in yaptığı bu tarihi filmin senaryosunu Vladislav Vancura'nın aynı adlı romanından Frantisek Vlacil ve Frantisek Pavlicek uyarlamış.

Orta çağlarda Hristiyanlar ve Paganların arasında çatışmaların sürdüğü zamanlar... Zaman zaman soygunculukla geçinen bir şövalye grubunun lideri olan Kozlik'in oğlu Mikolas komşuları olan Hristiyan toprak ağası Lazar ve adamları tarafından dövülür. Mikolas intikam almak için Lazar'ın köyünü adamlarıyla basar. Mikolas ve adamları Lazar'ın akli dengesi bozuk oğlunu öldürür, Lazar'ı köyün kapısına çarmıha gerer gibi çivilerler ve Lazar'ın kızı Marketa'yı da kaçırırlar. Filmin ikinci bölümünde gaddar bir şekilde başlayan Marketa ve Mikolas'ın ilişkisi gelişirken bir yandan da birçok yan hikaye izleriz.

Yönetmen Vlacil filmin açılışında Anlatıcı'nın belirttiği gibi hikâyeyi biraz "rastgele", sırasız bir kurguyla anlatıyor gibi görünse de tüm sahneler dramatik açıdan birbiriyle bağlantılı. Film şiirsel, deneysel ve yer yer de halüsinatik bir havaya bürünüyor.

Marketa karakterini Magda Vasaryova canlandırıyor. Kariyerinin ilk uzun metraj rolünde gayet başarılı; sadece kocaman gözleriyle bile karakterinin hislerini yansıtabiliyor. Mikolas rolünde ise nispeten daha tecrübeli olan Frantisek Velecky var.

Filmin siyah-beyaz sinematografisi - kompozisyonlarıyla, zoom lenslerin kullanımıyla, aydınlatmasıyla...- hayranlık uyandırıyor. Filmin görüntü yönetmeni Bedrich Bat'ka.

Ayrıca filmin kostüm tasarımı da bir hayli özenli ve detaylı. Filmin kostüm tasarımcısı -Milos Forman'ın Amedeus filmiyle En İyi Kostüm Oscar'ı kazanan- Theodor Pistek.

Filmi Criterion Collection'dan çıkan blu-ray baskısından izleme fırsatım oldu. Filmin 4K çözünürlükte taranarak restore edilmiş dijital master'ından yapılan 1080p görüntü transferi gerçekten çok başarılı. Açıkçası günümüzde çekilen birçok film -neredeyse 50 yıllık olan- bu filmden daha iyi görünmüyor.

Filmin ses tasarımı gayet iyi olsa da maalesef filmin diyalogları sette kayıt edilmemiş. Sonradan yapılan dublajı da biraz özensiz; replikler ve dudaklar senkronize değil. Bu durum zaman zaman izleyicinin dikkatini dağıtıp, konsantresini bozuyor.

Film 1998'de Çek film eleştirmenleri tarafından yapılan oylamada tüm zamanların en iyi Çek filmi seçilmiş.

İlgilisine...

imdb


ANONYMOUS - (2011) - SİNEMATOGRAFİSİ ÜZERİNE...

ANONYMOUS - SİNEMATOGRAFİK AÇIDAN KISA NOTLAR

Yönetmenliğini Roland Emmerich'in yaptığı bir fantezi politik komplo teorisini barındıran filmin görüntü yönetmeni Anna J. Foerster.

Film tamamı dijital Arri Alexa kamera ile çekilen ilk uzun metraj film. Aynı zamanda görüntü yönetmeni Foerster'ın da dijital olarak çektiği ilk uzun metraj film.

Anna Foerster lens olarak Arri/Zeiss Master Prime lensleri ve yine Arri'nin LWZ-1 zoom lensini (15.5-45mm T2.6) tercih etmiş.

Emmerich ve Foerster ilham olarak Johannes Vermeer'in puslu, gün ışığı ile aydınlanan resimlerini; Georges de La Tour'un mum ışığıyla aydınlanan kanvaslarını ve Elizabeth dönemi Tudor portrelerini almışlar.



Filmde Elizabeth ve Oxford'un katıldığı balo sahnesi için çift fitilli 300'den fazla balmumundan yapılmış mum kullanılmış. Ortaya gerçekten de görsel açıdan otantik ve etkileyici bir sahne çıkmış. Ama bu arada belirtmeliyim ki mumlardan ortaya çıkan duman set ekibinin nefes almasını zorlaştırırken dumanın difüzyon etkisi görüntü yönetmeni Foerster'i görsel anlamda memnun etmiş. Çünkü duman bir yandan dijital kameranın ve modern lenslerin keskinliğini(sharpness) azaltırken bir yandan da esinlendikleri tablolardaki o puslu atmosferi yaratmalarına olanak sağlamış. Foerster keskinliği azaltmak için lens üzerinde difüzyon filtreleri kullanmamış; onun yerine sis makinesi kullanarak ortamın atmosferini difüze etmiş ve elbette yine Elizabeth dönemi tablolarındaki gibi otantik puslu bir görüntü elde etmiş.



Filmin hikâyesi uzun dönemlere yayılıyor. Foerster her döneme farklı bir görsel yaklaşım getirmiş. Örneğin: hikâyenin başlarındaki (kronolojik açıdan/flashbackler de diyebiliriz) sahnelerde canlı ve parlak renkler kullanılmış, Elizabeth ve Oxford'u çevrelerinden yalıtmak için telefoto lensler tercih edilmiş; kamera ise akıcı bir şekilde hareket ediyor. Ancak hikâyenin "şimdiki" zamanında görüntüye soğuk renkler hakim, kamera daha çok sabit duruyor ve geniş açı lensler kullanılmış.

Foerster tüm gece sahnelerini 1280 ASA'da T2.8'de; gündüz iç mekanları ise 800 ASA'da T4.5-T5.6 arasında çekmiş.

Gerçekten de yönetmen Emmerich ve sinematograf Foerster esinlendikleri ressamların resimlerindeki gibi bir aydınlatmayı filme aktarabilmişler. Eğer sinematografi ve aydınlatma ile ilgileniyorsanız bence filme bir göz atmalısınız. İlgilisine... 


Kaynak: ASC Magazine (Eylül 2011)

1 Ocak 2016 Cuma

SWEET AND LOWDOWN - (1999)

SWEET and LOWDOWN

Woody Allen'ın yazıp yönettiği filmin başrollerinde Sean Penn ve Samantha Morton var.

1930'lu yıllarda geçen filmde kendini Django Reinhardt'dan sonra dünyanın en iyi ikinci gitaristi olarak kabul eden Emmet Ray'in maceralarını izliyoruz.

Wood Allen hayali karakteri Emmet Ray üzerine "uzmanlarla ve kendisiyle" yapılan röportajları filme yerleştirerek bir belgesel, bir mockumentary havası yaratıyor (daha önce Zelig adlı filminde de bunu yapmıştı. Ama tabii o film neredeyse komple bir belgesel havasındaydı).

Bence filmde Sean Penn kariyerinin en iyi oyunculuklarından birini sergiliyor. Yine aynı şekilde Samantha Morton da Emmet Ray'in tanışıp zamanla sevdiği ama bağlanamadığı dilsiz Hattie rolünde ince, dokunaklı bir performans sergiliyor. İki oyuncu da performanslarıyla Oscar'a aday olmuştu.

Bu arada Woody Allen filmdeki ana karakterleriyle ve bazı sahnelerde hayranı olduğu Fellini'nin La Strada adlı filmine selamlar göndermeyi de ihmal etmiyor.

İyi senaryo, iyi oyunculuklar ve güzel müziklerle dolu bir Woody Allen filmi...

İlgilisine...

imdb

CAPTAIN BLOOD - (1935)

CAPTAIN BLOOD

Yönetmenliğini Michael Curtiz'in yaptığı bu swashbuckle macera filminin başrollerinde Errol Flynn ve Olivia De Havilland var.

Filmin senaryosunu Rafael Sabatini'nin aynı adlı macera romanından Casey Robinson uyarlamış.

Doktor Peter Blood, İngiltere'de Kral II. James'e karşı düzenlenen isyanda isyancılardan birini tedavi ederken gözaltına alınır ve ihanetten idama mahkum edilir. Ancak karar değişir ve köle olarak satılmak üzere -diğer isyancılarla birlikte- Port Royal'e gönderilir. 

Port Royal'de Arabella tarafından satın alınan Peter zamanını doktorluk yaparak geçirirken bir yandan da özgürlük hayalleri kurmaktadır. Tabii bu sırada Arabella ile aralarında da bir aşk filizlenmeye başlar. Sonunda Blood ve arkadaşlarının beklediği kaçış fırsatı önlerine gelir. Şehre saldıran bir İspanyol korsan gemisini ele geçirirler ve kaçarlar. Artık Karayipler'de korsanlık yapacaklardır. Doktor Blood, Korsan Kaptan Blood'a dönüşür ve maceraları başlar...

Michael Curtiz'in hikâyesini anlatışına göre motive ettiği kamera hareketleri (ki kamerası çoğu zaman yerinde durmuyor) klasik kompozisyonları, gölgeleri kullanışı, sessiz sinema döneminin mirasını taşıyan Curtiz'in görsel sinematik anlayışını ortaya koyarken bu aksiyon filmine de çok şey kazandırıyor. Curtiz'in teknikleri kendinden sonra bir çok yönetmeni görsel açıdan etkilemiş (Steven Spielberg gibi).

Curtiz'in filmde kullandığı kamera hareketlerinden birine örnek vermek gerekirse geminin sallandığı etkisini yaratmak ya da geminin sallanışını daha da kuvvetlendirmek için kullandığı basit ama etkili tekniği verebiliriz: Kamera karaktere yavaşça yaklaşıyor (dolly-in) ve yavaşça uzaklaşıyor (dolly-out); özellikle yakın çekimlerde bu teknik daha etkili. Örnek olarak: Arabella (Olivia de Havilland) ve Lord Willoughby (Henry Stephenson)'nin (Captain Blood'un gemisinde iken) yemek masasında konuştukları sahneyi ya da daha sonraki sahnelerde Captain Blood'un (Flynn) güvertede adamlarına konuştuğu sahneyi verebilirim.

Filmin görüntü yönetmenleri iki büyük usta: Hal Mohr (A Midsummer Night's Dream, Phantom of the Opera) ve Ernest Haller (Jezebel, Gone with the Wind).

Filmin finalindeki deniz savaşı sahnesi zamanına göre bir hayli etkileyici. Minyatür çekimleri, set çekimleri, gerçek lokasyonda yapılan çekimler ve 1924'de Frank Lloyd tarafından çekilen The Sea Hawk adlı filmden alınan görüntüler kurguda çok güzel bir şekilde harmanlanmış.

Beş dalda Oscar'a (En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Ses, Müzik) aday olan film törenden eli boş dönse de oyuncuları Errol Flynn'i ve Olivia De Havilland'ı yıldız seviyesine taşımış. Filmin ardından ikili sekiz filmde daha birlikte çalışmışlar. Yönetmen Curtiz ve Flynn ise toplamda 12 filmde birlikte çalışmışlar (Robin Hood, The Sea Hawk'ın yeniden yapımı ve Dodge City gibi...).

İlgilisine...