1 Aralık 2017 Cuma

THE BITTER TEARS OF PETRA VON KANT (Die bitteren Tränen der Petra von Kant) - (1972)

THE BITTER TEARS OF PETRA VON KANT (Die bitteren Tränen der Petra von Kant)

Rainer Werner Fassbinder'ın kendi oyunundan senaryosunu uyarlayıp yönettiği bu tiyatral melodramın başrollerinde Margit Carstensen, Irm Hermann ve Hanna Schygulla var.

Petra von Kant ünlü bir moda tasarımcısıdır ve asistanı Marlene'le birlikte yaşamaktadır. Marlene Petra'ya aşıktır, ama Petra onun aşkına karşılık vermemektedir. Hatta Petra, Marlene'nin aşkını bildiğinden duygusal oyunlarla ona eziyet etmektedir. İşler genç ve güzel Karin'in gelmesi ve Petra'nın ona aşık olmasıyla değişir. İkilinin ilişkisinde dominant olan Karin'dir. Ve Petra zamanla ona aşık olan Marlene'nin durumuna düşer.

Film aşk ilişkilerinde tarafların dominantlığını, pasifliğini, bağımlı ve bağımsız tarafın psikolojisini, sadistçe ve mazoşistçe sergilenen davranışları, saplantıları, sahiplenmeyi, karşı tarafı duygusal ihtiyaçlara göre şekillendirme çabalarını sorgulayan, analiz eden bir başyapıt.

Fassbinder hikâyesini-filmini yaratırken Douglas Sirk'in melodram filmlerinden etkilenmiş, ayrıca filme yaklaşımında da Brecht etkileri görülüyor.

Film küçük ve tek bir mekanda geçiyor ancak mekanımız bir set değil!  Setin avantajları olmayınca böylesi küçük bir mekanda kamera hareketleri ve aydınlatma doğal olarak kısıtlanıyor. Ancak tüm bu kısıtlamalara rağmen Fassbinder ve usta sinematograf Michael Ballhaus hem aydınlatma hem kompozisyonel açıdan gayet başarılı bir iş ortaya koymuşlar. Dar bir mekan olsa da kamera sıklıkla hareket ediyor. Ya şaryo üzerinde, ya zoom yaparak, ya da pan ve tilt yaparak...

Fassbinder filmi on günde, prova yapmadan çekmiş. Bu kadar kısa sürede filmi çekebilmeyi başarmasında sürekli birlikte çalıştığı oyuncularla ve ekiple filmi çekmesinin, filmi kendi sahnelenen oyunundan uyarlıyor olmasının ve elbette başrol oyuncusunun sahnede de aynı rolü oynuyor olmasının katkısı büyük olmalı.

Bu arada atlamayayım: filmin kostüm çalışması gayet başarılı ve akılda kalıcı. Ayrıca müzik seçimi de hayli enteresan.

Fassbinder'ın incelikli hikayesine yaklaşımı ve yönetimiyle, oyuncularının başarılı performanslarıyla ve Ballhaus'un sinematografisiyle The Bitter Tears of Petra Von Kant Fassbinder'ın ilk altın dokunuşlarından, başyapıtlarından biri olmuş.

İlgilisine...

WAGES OF FEAR (Le salaire de la peur) - (1953)

THE WAGES OF FEAR (Le salaire de la peur)


Henri-Georges Clouzot'un yönettiği bu tırnak yediren cinsten olan gerilim filminin başrolünde Yves Montand var.

Filmin senaryosunu Georges Arnaud'un romanından Clouzot ve Jerome Geronimi birlikte uyarlamışlar.

Güney Amerika'da küçük bir kasabada çeşitli ülkelerden gelmiş bir grup işsiz adam günlerini bir iş çıkmasını bekleyerek geçirmektedir. Bölgedeki Amerikan petrol firması SOC'de bir kaza olup birçok işçi yaralanınca bu işsiz gruba bir fırsat doğar. Şirketin petrol çıkarma tesislerinden birinde yangın çıkmıştır ve yangını söndürebilmek için son derece tehlikeli bir sıvı patlayıcı olan nitrogliserinin kamyonlarla 300 mil uzaklıktaki bu tesise götürülmesi gerekmektedir. Ancak bu iş şirketin sendikalı çalışanları için çok tehlikeli bir iştir. O yüzden şirketin patronlarından O'Brien -yüksek para teklif ederek- bu tehlikeli görev için işsiz grubun içinden dört kişiyi seçer: Korsika kökenli Mario(Montand), İtalyan Luigi, Hollandalı Bimba ve eski bir gangster olan Jo. Dört adam iki kamyonla ölümcül tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkarlar.

H.G. Clouzot yönetimiyle, filmindeki karakterlerini işleyişiyle, politik eleştirisiyle ve de elbette yarattığı gerilimle hem kariyerinin hem de sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini çekmiş.

Filmin oyuncu seçimi de gayet başarılı. Yves Montand sinemadaki ilk dramatik rolünde iyi bir iş ortaya koyuyor ancak Jo rolünde Charles Vanel başta olmak üzere Bimba rolündeki Peter van Eyck ve Luigi rolündeki Folco Lulli de Montand'dan geri kalmıyorlar, hatta bazı sahnelerde onu gölgeliyorlar.

Film aynı yıl(1953) hem Berlin'de Altın Ayı ödülünü hem de Cannes'da Altın Palmiye ödülünü almış. Ayrıca aktör Charles Vanel de performansıyla Cannes'da Altın Palmiye ödülünü almış.

Wages of Fear yönetimiyle, karakterleriyle ve hikâyesiyle seyircisini sarıp onları beyaz perdenin gördüğü en gerilimli maceralarından birine çıkarıyor.

İlgilisine...

1 Kasım 2017 Çarşamba

YAŞAMA SEVİNCİ - (Kısa Film)

YAŞAMA SEVİNCİ


Konu: Kısa zaman önce babası ölen genç bir teknisyen çalıştığı barajda bir ölüm-kalım durumuyla karşı karşıya kalır. Ailesinin ve başkalarının yaşamı için kendi hayatını feda edebilecek midir?

Yazan & Yöneten: Özgür Çetimen

Süre: 14 dakika 

Yapım Yılı: 2016


* Cannes Kısa Film Köşesi - 2016



Yaşama Sevinci from Ozgur_Cetimen on Vimeo.



THE JOY OF LIVING

Short Synopsis: A young technician who recently lost his father comes face to face with a risk of death in the dam site he works. Could he sacrifice his life for that of his family and the others?

Written & Directed by Özgür Çetimen

Duration: 14 min.

Production Year: 2016

vimeo link: https://vimeo.com/152935092

* Cannes Short Film Corner - 2016




KAMERA ARKASI/BEHIND THE SCENES

"Yaşama Sevinci" adlı kısa filmin kamera arkasından görüntüler...

Süre/Duration: 10 dak./min.

vimeo link: https://vimeo.com/153240378




WALKABOUT - (1971)

WALKABOUT

Nicolas Roeg'in yönettiği ve sinematograflığını üstlendiği filmin başrollerinde Jenny Agutter, David Gulpilil ve Luc Roeg var.

Film ismini Aborjinlerin ergenliğe ulaşan erkek çocuklarını doğada birkaç ay yalnız bıraktıkları ritüelden alıyor.

Filmin senaryosunu James Vance Marshall'ın aynı adlı romanından serbestçe Edward Bond uyarlamış.

Lise çağlarında bir kız ve küçük kardeşi babalarıyla Avustralya'nın şehir dışındaki, ücrâ bir köşesinde piknik yapmaya giderler. Babalarının cinnet geçirmesiyle -ki filmde sebebini net olarak anlayamıyoruz- onlar için her şey değişir. Babaları onlara -gönülsüz de olsa- ateş eder, bunun üzerine kız ve küçük kardeşi kaçarlar. Babaları arabalarını yakar ve intihar eder. Çocuklar doğanın ortasında hayatta kalma mücadelesi verirlerken yalnız ve genç bir Aborjin erkekle karşılaşırlar. Hayatta kalabilmek ve evlerine dönebilmek için Aborjin çocuğun yardımını isterler. Üçlü birlikte Avustralya'nın vahşi doğasında fiziksel ve psikolojik açıdan zorlu bir hayatta kalma yolculuğuna çıkar.

Film yaşam, ölüm, hayatta kalma, masumiyet, cinselliğin uyanışı, kültürel farklılıklar ve ortaklıklar, özgürlük, doğada yaşamla modern şehir hayatının kıyasını, dönemin Avustralya'sının politik izlerini(göçmenlik gibi) ve de muhtemelen benim göremediğim bir çok temayı barındırıyor.

Jenny Agutter genç yaşına ve evinden uzaklarda yalnız olmasına rağmen fiziksel ve duygusal açıdan rolünün hakkını vermiş. Güzelliği ise büyüleyici...

Film David Gulpilil'in de sinemaya kazandırmış. Hiç İngilizce bilmemesine rağmen dışa dönüklüğüyle ilk filmini kotarmayı başarmış.

Kuşkusuz filmin görselliğinin başarısında Roeg'in yılların görüntü yönetmeni olarak edindiği tecrübelerinin de büyük katkısı var. Roeg filmde ağırlıklı olarak zoom lensler kullanmış, aydınlatma açısından ise doğal ve gerçekçi bir yol izlemiş. Zaman zaman sadece doğal ışığı(yani var olan ışığı, güneşi) kullandığı sahneler olduğu gibi hayli stilize ışıklandırma yaptığı sahneler de(özellikle dans sahnesinde) var.

Film 1971'de Cannes'da Altın Palmiye'ye aday olmuş.

Özetle, Walkabout Nicolas Roeg'in görselliği ve kurgusuyla yarattığı şiirsel bir film.

İlgilisine...

ALFRED HITCHCOCK PRESENTS & THE TWILIGHT ZONE

ALFRED HITCHCOCK PRESENTS (Alfred Hitchcock Sunar)

-Good evening...

Alfred Hitchcock'un yarattığı ve kendine has mizahi üslubuyla sunduğu birbirinden güzel yazılmış, iyi oynanmış, alt metinlerle dolu birçok unutulmaz hikayeyi barındıran antolojik kült televizyon dizisi.

İyi yazılmış özgün hikâyelerini ya da uyarlamalarını usta yönetmenlerin ya da geleceğin usta yönetmenleri tarafından yönetildiği harika bir yapımdı.

1959'da TV'de (CBS ve NBC kanallarında) gösterilmeye başlayan dizi ilk yedi sezonunda (1959-1962) 25 dakikalık bölümlerden oluşurken 1962'den itibaren 50 dakika olarak çekilmeye başlanıyor ve dizinin adı da Alfred Hitchcock Hour(Alfred Hitchcock Saati) olarak değişiyor. Dizi 3 sezon da bu şekilde devam ettikten sonra 1965'in sonunda 10 sezon ve 361 bölümün(360'ı TV'de gösterilmiş) ardından izleyicisine veda etmiş.

Dizinin bölümlerini yönetenler arasında; Alfred Hitchcock'un yanı sıra Robert Stevenson, Robert Stevens, Paul Henreid, Robert Altman, Arthur Hiller, Norman Lloyd, Stuart Rosenberg, Sydney Pollack, William Friedkin ve daha nice usta ya da geleceğin usta yönetmenleri var.

Keza nice ünlü ve yetenekli oyuncular da dizide oynadılar, hangi birini saysam: Jessica Tandy, Claude Rains, Walter Matthau, William Shatner, Vera Miles, Peter Fonda, Christopher Lee, John Cassavetes, Ray Milland, Martin Balsam, Peter Falk, Peter Lorre, Steve McQueen ve daha niceleri...

Dizinin her bölümünde farklı bir hikâye anlatılırken izleyicisini dramdan, gerilime, korkuya, komediye, film-noir'a, bilim-kurguya kadar bir çok tür arasında da dolaştıran bir diziydi. Bir çok bölümü aklımdan çıkmaz: Man from the South, Breakdown, You Got to Have Lucky, The Cream of the Jest, One More Mile to Go, And So Died Riabouchinska ve daha niceleri...(360 bölümlük büyük bir haz).

Dizinin unutulmaz tema müziği olan Charles Gounod'un bestelediği "Funeral March of a Marionette" mutlaka izleyicisinin akıllarında ve kulaklarında yer etmiştir.

Alfred Hitchcock'u da her bölümde görmek büyük bir zevkti.

imdb-1   / imdb-2 


THE TWILIGHT ZONE (Alacakaranlık Kuşağı)

"İnsanoğlunun bildiklerinin ötesinde beşinci bir boyut vardır. Bu boyut uzay kadar engin, sonsuzluk kadar ebedidir. Bu boyut ışıkla gölgenin, bilimle bâtılın sınırındadır ve insanoğlunun korkularının dipsiz kuyusuyla bilgisinin zirvesi arasında uzanır. Bu, hayal gücünün boyutudur. Bu, Alacakaranlık Kuşağı dediğimiz bölgedir." - Rod Serling

Rod Serling'in yarattığı ve bir çok bölümünü yazdığı bu kült dizi 1959 TV'de(CBS) gösterilmeye başlanmış. Her bölümde sunduğu farklı bir hikâyeyle izleyicisini dramadan, fanteziye, bilim-kurguya, korku-gerilime, komediye ve doğaüstü maceralara çıkarırken, hikâyeleri üzerine düşündürtüyor. İyi yazılmış hikâyeleri, uyarlamaları, alegorik hikayeleri, alt metinleriyle gerçekten heyecan verici bir dizi.

1,2,3 ve 5'inci sezonların bölümleri 25 dakika iken, 4. sezonun bölümleri 50 dakikadır. Toplam 5 sezon ve 156 bölümden oluşuyor.

Yine Alfred Hitchcock Presents'deki gibi bir çok ünlü ve yetenekli oyuncu dizide boy göstermiş ve yine hikâyeler bir çok kalburüstü yönetmen tarafından filme alınmış.

1964 yılında sona erdikten yaklaşık 20 yıl sonra 1985'de TV'ye geri dönmüş(Serling daha önce vefat ettiğinden onsuz bir dönüş olmuş bu) ve üç sezonda toplam 110 bölümle izleyicisiyle buluşmuş. Ben 1985 bölümlerini izleme fırsatını henüz bulamadım. Ama okuduklarıma göre yine yetenekli yazarların kaleme aldığı ve ünlü oyuncuların boy gösterdiği bir dizi olmuş.

Bu arada 1983 yılında gösterime giren Twilight Zone: The Movie adlı sinema filmini de unutmayalım. Orijinal diziden üç bölümün yeniden çekildiği ve bir de orijinal bir hikâyenin olduğu bir filmdi. Twilight Zone'dan etkilenmiş ve diziye hayranlık duyan dört yönetmen tarafından çekilmişti: Steven Spielberg, John Landis, George Miller ve Joe Dante.

Daha sonra 2002 yılında yine televizyona dönen dizi sadece bir sezon(43 bölüm) devam edebilmiş ve iptal olmuş. Maalesef 2002 versiyonunu da izleme şansım olmadı (Ben sadece orijinal Rod Serling'in sunduğu 1959-1964 arasında yayınlanan 156 bölümlük diziyi izledim).

Dizinin aklıma kazınan bir çok bölümü var. Ama şu satırları yazarken ilk aklıma gelen bölüm: "The Midnight Sun". Üzerimdeki etkisi hiç azalmamıştır. Bence hikâyesi, anlatımı, oyuncularının performaslarıyla ve yarattığı klostrofobik atmosferle TV ekranında sergilenmiş bir başyapıttır.

imdb

Alfred Hitchcock Presents ve Rod Serling'in The Twilight Zone dizileri anlattıkları hikâyelerle hayal gücümü zorlamış, düşündürtmüş, eğlendirmiş ve hikâye-film anlatımı üzerine bana çok şeyler öğretmiş önemli dizilerdir. Neredeyse 60 yıllık olmalarına rağmen içerdikleri çoğu bölüm hâlâ güncelliklerini korumaktadır.

Keşke Türkiye'de de bu tarz her bölümünde farklı ve iyi yazılmış hikâyelerin anlatıldığı, hikâyelerinin derinliğinin bu altmış yıllık dizilerde olduğu kadar derin olduğu; usta ve genç yeteneklerin yönettiği antoloji dizileri olsa...

İlgilisine...



1 Ekim 2017 Pazar

SWEET SMELL OF SUCCESS - (1957)

SWEET SMELL OF SUCCESS

(sürpriz bozan/spoiler içerir!)

Alexander Mackendrick'in yönettiği artık kült olmuş bu noir-dramanın başrollerinde Burt Lancaster ve Tony Curtis var.

Filmin senaryosunu Ernest Lehman aynı ismi taşıyan kendi kısa romanından uyarlamış. Ancak daha sonra sağlık sorunlarından dolayı Lehman projeden ayrılınca senaryonun yeniden yazımlarını ve güncellemelerini Clifford Odets yapmış. Dramatik yapısıyla olsun diyaloglarıyla olsun gerçekten usta işi bir senaryoya imza atmışlar.

Burt Lancaster kız kardeşine düşkün, zeki ve acımasız Broadway dedikodu yazarı J.J. Hunsecker rolünde döktürürken, Tony Curtis de Hunsecker'in yardakçısı yoldan çıkmış basın sözcüsü Sidney Falco rolünde döktürüyor. Ancak zamanında onları "iyi adam" rollerinde görmeye alışmış hayranları filmden pek memnun kalmamışlar.

Neyse konumuza dönelim, J.J. Hunsecker kız kardeşi Susan'a uygun bir eş olarak görmediği müzisyen Steve Dallas'a karşı komplo kurmaya başlar ve bu işte yardakçısı Sidney'i kullanır.

Hunsecker'ın kız kardeşi Susan Hunsecker rolündeki Susan Harrison da rolünde gayet başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Zaten film bir nevi onun filmi denebilir çünkü film abisine bağımlı zayıf karakterli Susan'ın kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi ve abisinden bağımsızlığını kazanmasıyla bitiyor.

Yönetmen Alexander Mackendrick gerek oyuncularından çektiği performanslarla, yarattığı mizansenle, gerek hikâyeye ve karakterlere yaklaşımıyla kariyerinin en iyi filmlerinden birine imza atmış.

Elmer Bernstein'in besteleri ve Chico Hamilton Quintet'in Jazz müzikleriyle bezeli filmin soundtrack'i de gayet başarılı.

Filmin efsane sinematografı James Wong Howe -bilenlerine göre- dönemin Broadway gece hayatının atmosferini başarıyla filme aktarmış. Ayrıca filmin dış çekimlerinin büyük çoğunluğu gerçek mekanlarda çekilmiş. Bu da filmi otantik kılıyor. Özetle filmin siyah-beyaz sinematografisi hem aydınlatmasıyla hem de kamera çalışmasıyla çok başarılı.

Zamanında genel olarak eleştirmenler tarafından beğenilen film maalesef gişede pek başarılı olamamış.

İyi bir senaryoya, iyi oyunculuklara ve başarılı bir görselliğe sahip iyi yönetilmiş dramatik bir film-noir izlemek istiyorsanız  Sweet Smell of Success aradığınız film olabilir.

İlgilisine...

COOL HAND LUKE - (1967)

COOL HAND LUKE

-What we've got here is... failure to communicate.

Yönetmen koltuğunda oturan Stuart Rosenberg'in bireyin otoriteyle mücadelesini başarılı bir şekilde anlattığı filmin ikonik karakterini Paul Newman canlandırıyor.

Filmin senaryosunu Don Pearce, aynı ismi taşıyan kendi romanından, Frank Pierson'la birlikte uyarlamış.

Luke hayatı boyunca plan yapmamış, oradan oraya savrulan, otoriteyle problemli bir ilişkisi olan isyankar biridir. Bir gün can sıkıntısından sokaktaki parkmetreleri kırınca yakalanır ve iki yıl hapis cezası alır. Cezasını mahkumların ağır işlerde çalıştırıldığı sıkı disiplinli bir hapishanede geçirecektir. Sürekli kendine bahisler üzerinden yeni 'meydan okumalar' yaratır. Bu süreçte George Kennedy'nin canlandırdığı Dragline ile yakın dost olur ve tüm hapishane arkadaşları tarafından sevilir. Ancak her şey annesinin cenazesine katılmasına hapishane yönetiminin izin vermemesiyle değişir. Bunun üzerine hapishaneden "ilk kaçışını" gerçekleştirir ve böylece Luke'un hapishane otoritesine karşı meydan okuması, savaşı başlamış olur.

Paul Newman oyunculuğuyla kariyerinin ve sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri olan Cool Hand Luke'a hayat veriyor ve karakterle bütünleşiyor.

Ayrıca filmin özellikle George Kennedy'nin başını çektiği çok başarılı bir yardımcı oyuncular kadrosu var. Gerçekten iyi bir cast/oyuncu seçim çalışması yapılmış. Her aktör rolüyle bütünleşmiş. Bir de Arletta rolündeki Jo Van Fleet'in Luke'u ziyaret sahnesindeki performansı pek dokunaklıdır, aklımda yer etmiştir.

Stuart Rosenberg gerek oyuncu yönetimiyle gerek mizansenleriyle kariyerinin en iyi yönetmenliklerinden -belki de en iyisini- birini bu filmde sergiliyor.

Filmin usta görüntü yönetmeni Conrad L. Hall yine aydınlatması ve kamera çalışmasıyla gerçekçi ve etkileyici bir iş ortaya koymuş. Mahkûmlar çalışırken kameranın helikopterle yükselişi, zoom lensi güneşe doğrultarak sıcak güneşin mahkûmlar üzerindeki etkisini görsel olarak ortaya koyması, silüetleri ve gece çekimlerinin aydınlatması akla ilk gelenlerden...

Filmde Luke'un otoriteye -sadece insani değil dini otoritenin kaynağı olan Tanrı dahil- karşı hislerini ve karşıtlığını hissediyoruz. Gerçi filmin senaryo yazarlarından Frank Pierson, Luke üzerinden Hristiyanlıkla bağıntılı benzetmeler ve sembolizmi de senaryoya ekleyerek filmin farklı açılardan okunmasına da yol açmış.

En İyi Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Uyarlama Senaryo ve Müzik dallarında Oscar'a aday olan filmden sadece George Kennedy eli dolu olarak törenden dönmüş. Bence En İyi film ve Yönetmen dallarında Akademi filmi es geçmiş.

Son bir anekdot: Filmde Luke'un yaptığı gibi haşlanmış 50 yumurtayı bir saat içinde yemek gerçekten mümkünmüş Link. Tabii midenize verebileceğiniz zarar, sindirim zorluğu ve gaz kısmını saymazsanız. Tavsiye etmiyorum.:)

That old Luke smile...

Başta Paul Newman'ın sergilediği performansla, tüm yardımcı oyuncularıyla, senaryosu, görselliği ve iyi yönetimiyle Cool Hand Luke sinema tarihinin unutulmaz klasiklerinden biri olmayı hak ediyor.

İlgilisine...

1 Eylül 2017 Cuma

THE SPY WHO CAME IN FROM THE COLD - (1965)

THE SPY WHO CAME IN FROM THE COLD

Martin Ritt'in yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği bu soğuk savaş dönemi casusluk filminin başrolünde Richard Burton var.

Filmin senaryosunu John le Carré'ın aynı adlı romanından Paul Dehn ve Guy Trosper uyarlamış. Ayrıca bazı sahnelerdeki diyaloglardan memnun olmayan Richard Burton'ı memnun etmek için bizzat John le Carré gelip o diyalogları revize etmiş. Filmin uyarlandığı kitabı henüz okumadığımdan uyarlama hususunda yorum yapamayacağım ama John le Carré'ın senaryoyu beğenmiş olduğunu aktarayım.

Alec Leamas Batı Berlin'den -başarısız bir görevin ardından - Londra'ya geri döner. Masa başı görevine geri dönmeyi reddeden Leamas'ı Control gizli bir göreve atar.

Richard Burton, Alec Leamas rolünde karakterle bütünleşiyor. Karakter tam Burton'ın sevdiği yenik ve gerçekçi bir karakter. Yönetmen Martin Ritt, Burton'ın iç güdüsel olarak sergilediği tiyatral oyunculuğu bastırmaya, onu "play it down" oynamaya ikna etmeye çalışmış ve bence bunda da başarılı olmuş.

Yan karakterlerdeki oyuncular da çok iyi oyunculuklar sergiliyorlar. Özellikle Oskar Werner ve Claire Bloom öne çıkan isimler.

Bu arada ünlü George Smiley karakterini filmde Rupert Davies canlandırıyor. Smiley karakteri bu filmde az ama öz görünüyor.

Gerçekçi ve noir bir atmosfere sahip olan filmin görüntü yönetmeni Oswald Morris'in aydınlatması ve kamera çalışması -özellikle dolly(şaryo) çekimleri- gayet başarılı. Örneğin filmin açılışı...

En İyi Erkek Oyuncu(Richard Burton) ve Sanat Yönetimi dallarında Oscar'a aday olan film törenden eli boş dönse de İngiltere'de En İyi Film dahil olmak üzere toplam dört dalda BAFTA ödülünün sahibi olmuş. Ayrıca Oscar Werner performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Altın Küre ödülünü almış (Akademi'nin onu aday göstermemesi ise isabetsiz olmuş).

The Spy Who Came in From the Cold casusların süper kahramanlar olmadığı, gri bir dünyada geçen acımasız ve gerçekçi bir gerilim filmi.

İlgilisine...

THE DANISH GIRL - SİNEMATOGRAFİSİ ÜZERİNE NOTLAR

THE DANISH GIRL - SİNEMATOGRAFİSİ ÜZERİNE NOTLAR

Tom Hooper'ın yönettiği bu dönem dramasının(1920'ler) başrolünde Eddie Redmayne ve Alicia Vikander var. Filmin sinematografı ise Danny Cohen.

Yönetmen Tom Hooper daha önceki filmleri LongfordThe King's Speech ve Les Miserables'da da birlikte çalıştığı Danny Cohen'le yine bu filmde de bir araya gelmiş.

Hooper sevdiği geniş açı lensleri bu filmde de bir hayli kullanmış. Geniş açı lens kullanıldığında çekim ortamı/mekanı çok önemli bir hâle geliyor, hele kapalı bir mekan ya da bir set ise daha önemli ve zorlu bir hâl alıyor. Çünkü çok geniş bir alanı çerçevenize alıyor, görüntülüyorsunuz. Mesela genelde setlerde tavan inşa edilmeyerek yukarıdan aydınlatma sağlanır. Geniş açı lens kullanmak -özellikle iç mekanlarda- daha büyük, detaylı ve nispeten aydınlatması daha zor olan(ışıkları saklamak daha zor olduğu için) bir set anlamına gelmekte.

Ama zaten Hooper doğal ışık yaratmak istediğinden ışığın sadece doğal kaynaklardan(ağırlıklı olarak pencereden) gelmesini istemiş ve ışığın doğal bir şekilde dağılması için de setlerin üzerine tavanların inşa edilmesini istemiş. Filmin prodüksiyon tasarımcısı -Hooper'ı daha önce üç filminde birlikte çalıştığı- tecrübeli Eve Stewart.

Filmin dış çekimleri Kopenhag, Brüksel, Dresden ve Norveç'de yapılmış. Set çekimleri ise Londra'da yapılmış.

Görüntü yönetmeni Cohen programından ötürü bu film için sadece üç haftalık bir ön prodüksiyon hazırlığı yapabilmiş.

Hooper ve Cohen filmin görselliğini yaratırken ressam Vilhelm Hammershøi'ın eserlerinden etkilenmişler. Filmde bunun yansımalarını açıkça görüyoruz, özellikle iç mekanlarda(odalar, pencereler ve kapılarda).

Vilhelm Hammershoi'ın eserlerinden örnekler...


Filmden kareler...


Filmin Kopenhag sahneleri daha kısıtlı bir renk paletine sahipken (çoğunlukla mavi, gri vb), Fransa sahneleri ise daha sıcak renklere sahip.

Film Hooper ve Cohen'in ilk dijital filmi olmuş. Filmi Red Epic Dragon kamerayla çekmişler. Filmin çoğunluğunu 6K çözünürlükte çekerken geniş açı lensleri kullandıkları sahnelerde 5.5K ya da 5K çözünürlüğe düşmüşler. 6K'da 1.85:1 plan ölçeğiyle(aspect ratio) çekmenin onlara faydası fazladan üst ve yanlardan imaj artması olmuş. Bu fazlalık operatörlere kadrajı daha kolay ayarlamalarını ve post prodüksiyonda kameranın sarsıldığı anları stabilize etmek ve yeniden kadrajı ayarlamak(reframing) için faydalı olmuş.

Görüntüyü Redcode Raw olarak 512 GB'lık RedMag 1.8" Mini SSD disklere kaydetmişler.

Çoğunlukla Arri/Zeiss Master Prime lensleri kullanmışlar. Alan derinliğini azaltmak için Hooper T1.3 stopta çekim yapmakta ısrar etmiş. Ağırlıkla 18mm, 21mm, 27mm ve 32mm lensleri kullanmışlar. Bazı sahnelerde Arri/Zeiss lensler dışında Ultra Prime, Nikon Nikkor, Lensbaby ve Angenieux Optimo Zoom(24-290mm) lenslerini kullanmışlar.

Genelde kamerayı dolly(şaryo) üzerinde kullanmayı tercih etmişler. Birkaç sahnede de Steadicam ve Technocrane kullanmışlar.

Filmin renk düzenleme işlemleri ise 2K çözünürlükteki DPX dosyası üzerinde yapılmış.

The Danish Girl geniş lenslerin kullanımıyla, soft ışık kullanımıyla, kompozisyonları ve doğallık hissini yakalayan aydınlatmasıyla başarılı bir görsel çalışmaya sahip.

(Kaynak: ASC Magazine Ocak 2016)

1 Ağustos 2017 Salı

THE HUSTLER - (1961)

THE HUSTLER

Robert Rossen'in yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği filmin senaryosunu da Rossen, Sidney Carroll'la birlikte Walter Tevis'in aynı adlı romanından uyarlamış.

Filmin başrollerinde Paul Newman, Jackie Gleason, Piper Laurie ve George C. Scott var.

Usta bir bilardo oyuncusu olan Eddie Felson ortağı Charlie ile şehir-şehir dolaşıp bilardo salonlarında üçkağıtçılık yapmaktadır. İnsanları sıradan bir oyuncu olduğuna inandırıp bahisleri yükseltip ardından da oyunu kazanarak paraları cebine indirmektedir. Bir gün Minnesota Fats adlı ünlü bir oyuncuyla karşılaşır. Ona meydan okur ama onu yenemez ve tüm parasını kaybeder. Oyunun ardından Eddie Fats'i yenmeyi kendine saplantı edinir. Ortağı Charlie'yi bırakıp şehirde kalır. Bu sırada yalnız ve problemli bir alkolik olan Sarah'la tanışır. Sarah, Eddie'ye aşık olur. Eddie'nin Minnesora Fats ile maç yapabilmek için çok paraya ihtiyacı vardır. İşte bu noktada devreye çakal Bert Gordon girer. Sarah bilardoya aşkla bağlı olan Eddie'yi Gordon'un sömürüsünden kurtarabilecek midir?

Paul Newman "Fast Eddie" Felson rolünde kariyerinin en unutulmaz oyunculuklarından birini sergiliyor. Hatta 25 yıl sonra Martin Scorsese'nin yönettiği Color of Money adlı filmde "Fast Eddie" Felson'ı yeniden canlandıracak ve 1961'de kazanamadığı En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını 1986'da kazanacaktır.

Filmin diğer oyuncuları da Newman'dan aşağı kalır değiller. Hepsi harika oyunculuklar sergiliyorlar. Nitekim tüm oyuncular performanslarıyla Oscar'a aday gösterilmişler.

Robert Rossen filme gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşmış. Bunu filmin görselliğinden, oyuncuların performanslarına kadar her yerde hissedebiliyoruz. Ayrıca Rossen'in gençliğinde bilardo üçkağıtçılığı yapmış olması filme birçok detay kazandırmış olmalı.

Filmin siyah-beyaz sinematografisi çok başarılı. Kamera çalışması olsun aydınlatmadaki detaylar(neredeyse gri-skalayı görüyoruz) olsun özenli ve incelikli. Filmin görüntü yönetmeni Eugen Schüfftan (Soyadından da anlaşılabileceği gibi Schüfftan metodunu yaratan kişi. Ayrıca Metropolis'in görüntü yönetmeni). Bu başarılı siyah-beyaz görselliği yaratmada prodüksiyon tasarımının ve sanat yönetiminin de payı büyük. Sonuç olarak filmin sanat yönetmenleri Harry Horner ve Gene Callahan görüntü yönetmeni Eugen Schüfftan'la beraber Oscar töreninden elleri dolu olarak eve dönmüşler.

The Hustler Robert Rossen'in yönetimi, oyuncularının başarılı performansları, iyi yazılmış senaryosu, görselliği ve kurgusuyla başyapıt ünvanını hak eden bir film.

İlgilisine...

COSMOS: A PERSONAL VOYAGE- (1980)

COSMOS: A PERSONAL VOYAGE


Carl Sagan'ın sunduğu ve Sagan'ın Ann Druyan ve Steven Soter'le birlikte yazdığı bu 13 bölümlük ünlü belgesel serisini çocukluğumda(80'li yıllarda) TRT'de izlediğimi hatırlıyorum. Bazı bölümleri kaçırmış bazı kısımları da anlamamıştım.

Neyse geçtiğimiz yıllarda Neil deGrasse Tyson'ın sunduğu ve yine Ann Druyan'ın yazdığı Cosmos: A Spacetime Odyssey'i izlemeden önce Sagan'ın Cosmos'unu yeniden izlemek istedim ve DVD'sini alıp baştan sona yeniden izledim. 1980 yapımı olmasına rağmen belgeselin günümüzde güncelliğini koruyuşu(DVD'de Sagan'ın güncellemeleri de mevcut), içeriğinin doluluğu ve prodüksiyonun kalitesi gerçekten etkileyiciydi. Ayrıca Carl Sagan'ın bilime tutkuyla bağlılığını ve iyi bir öğretmen olduğunu da belgeselde görüyorsunuz.

Yapılmış en iyi belgesellerden biri olan Cosmos: A Personal Voyage izleyicisine bulunduğu Cosmos'u tanıtırken, insanlığın tarihini gözden geçiriyor ve insanın kendini, dünyaya ya da Cosmos'a bakışını sorgulamaya sevk ediyor. Özellikle 13. bölümün teması her zaman insanlık için geçerliliğini koruyor.

Eğer Sagan'ın Cosmos'unu sevdiyseniz J. Bronowski'nin The Ascent Of Man ve Neil deGrasse Tyson'ın sunduğu Cosmos: A Spacetime Odyssey'i de tavsiye ederim. Bilimi, bilimsel düşünceyi, sorgulamayı sevenlere ve sevmek-sevdirmek isteyenler için birebir.

Ancak maalesef bu üç belgeselin de Türkiye'de DVD'si çıkmamış. İngilizce altyazı yeterli derseniz yurt dışından temin edebilirsiniz. Oysa ki en güncel olan Cosmos: A Spacetime Odyssey(Bir Uzay-zaman Serüveni) Türkiye'de National Geographic kanalında gösterilmiş, seslendirmesini de Haluk Bilginer yapmıştı. En azından bu güncel ve popüler yapımın Türkiye'de DVD ve Blu-ray formatında çıkmasını beklemiştim ancak şu ana kadar maalesef olmadı. [Netflix'te Türkçe altyazılı ve (Haluk Bilginer'in sesinden olmasa da) seslendirmeli olarak mevcut.]

İlgilisine...






PANDORA'S BOX (Die Büchse der Pandora) - (1929)

PANDORA'S BOX  (Die Büchse der Pandora)


Georg Wilhelm Pabst'ın yönettiği zamanında tartışmalar koparmış bu sessiz film klasiğinin başrolünde Louise Brooks var.

Filmin senaryosunu Frank Wedekind'ın Lulu karakteriyle ilgili oyunlarından Ladislaus Vajda uyarlamış.

Lulu etrafındaki erkekleri, kadınları kendine aşık edecek, baştan çıkaracak bir güzelliğe, doğallığa ve seksiliğe sahiptir. Ve tüm bunları sanki bilinçli olmayan bir masumiyetle yapıyor görünmektedir. Ancak etrafında doğan kıskançlıklardan ötürü başından belalar eksik olmayacaktır.

Lulu metresi olduğu Ludwig Schön'le evleneceği gün eski 'dostlarının' yaptıkları çılgınlıklardan ötürü düğünü mahvolur. Kıskançlıktan gözü dönen Schön elinde silahla Lulu'yla kavga ederken silah patlar ve Schön ölür. Lulu mahkeme sırasında yine arkadaşlarının bir oyunuyla mahkemeden kaçırılır. Schön'ün oğlu Alwa da Lulu'ya aşıktır. İkisi birlikte yurt dışına kaçarlar. Zamanla paraları tükenmeye başlar ve kumarda da kazanamazlar. Lulu'yu polise teslim etmemek için rüşvet isteyenlerden, onu Mısır'daki bir geneleve satmak isteyenlere kadar çevreleri bir sürü güvenilmez insanla çevrilidir. Onlardan kaçıp Londra'ya giderler. Ancak orada da geçinemezler, para tükenir ve Lulu fuhuşa yönelir. Gecenin karanlığında karşılaştığı bir adam talihsiz Lulu'nun sonunu getirecektir.

Pabst- ki yıldız bulmakta ustalığıyla ünlü- Lulu rolü için Howard Hawks'ın A Girl in Every Port filminde görüp beğendiği Louise Brooks'ı düşünmüş. Ancak Brooks'un Paramount stüdyosuyla olan anlaşmasından kaynaklı çeşitli problemler çıkınca rol neredeyse Marlene Dietrich'e gidiyormuş. Ancak son anda sorunlar çözülmüş ve rolü Brooks almış. Açıkça ortada ki Lulu rolünde Louise Brooks ikonlaşmış. İnanılmaz doğal bir oyunculuk sergilemiş ve karakterle özdeşleşmiş. Giyim ve saç tarzıysa dönemin modasını bir hayli etkilemiş.

Film ayrıca sinema tarihinin ilk lezbiyen karakterini barındırıyor: Alice Roberts'ın canlandırdığı Lulu'ya aşık olan Countess Augusta Geschwitz adlı karakter.

Sinematograf Günther Krampf'ın filmdeki aydınlatması ve kamera çalışması dönemin en iyi işlerinden biri. Özellikle gemi ve Londra sahneleri dikkat çekici.

Filmin tartışmalı içeriğinden ötürü zamanında çeşitli ülkelerde sansürlenmiş. Kısaltılmış, yeniden kurgulanarak büyük ve alakasız değişikliklere gidilmiş ve/ya da filmin sonu tamamen değiştirilmiş. Filmin günümüzde orijinal 133 dakikalık versiyonunu Criterion Collection'dan çıkan baskısında bulabilirsiniz, ayrıca bu baskının içeriğinin çok zengin olduğunu da belirteyim.

Pandora'nın Kutusu G.W. Pabst'ın, Louise Brook'un ve sinema tarihinin en unutulmaz filmlerinden biri.

İlgilisine...

1 Temmuz 2017 Cumartesi

KILLER'S KISS - (1955)

KILLER'S KISS

Stanley Kubrick'in ikinci uzun metrajı olan bu suç-noir filminin başrollerinde Davey Gordon, Irene Kane ve Frank Silvera var.

Senaryoyu Stanley Kubrick'in hikâyesinden Howard Sackler yazmış. İkili daha önce Kubrick'in ilk filmi olan Fear and Desire'de birlikte çalışmışlardı.

Kariyerinde başarısız olmuş bir boksör olan Jamie ve bir gece kulübünde dansçılık yapan geçmişi sıkıntılı Gloria karşılıklı komşudurlar. Gloria'ya aşık olan patronu Vincent hislerine karşılık bulamaz. Jamie, Gloria'yı gözü dönen patronundan kurtarır ve aralarında bir ilişki başlar. Jamie'yi kıskanan Vincent yanlışlıkla Jamie'nin bir arkadaşını öldürtür ve Gloria'yı da kaçırır. Jamie bu olanlardan sonra Vincent'ın peşine düşer.

Kubrick amcasından aldığı 40.000 dolar gibi parayı kullanarak bu düşük bütçeli filmini çekebilmiş. Film uzun metraj olsa da çok uzun değil: 67 dakika.

Biraz öğrenci filmi gibi göründüğü söylense de(kendi de söylüyor) -teknik açıdan olabilir- ancak görselliği, kompozisyonları ve hikaye anlatımıyla filmi gayet profesyonel buldum. 

Filmin görüntü yönetmenliğini de üstlenen Kubrick düşük bütçesiyle New York'ta izinsiz, gerilla tarzında filmini çekmiş. Sesleri de sonradan kaydetmişler.

Ayrıca filmde Kubrick'in görsel açıdan deneysel denemelerini de görüyoruz. Örneğin rüya sahnesinde direkt negatifi kullanarak tekinsiz bir his yaratıyor.

Filmi satın alan United Artist stüdyosu Kubrick'in arzusuna uymayarak filmi mutlu sonla bitiren bir kurguyla seyirciye sunduğunu da belirtelim (muhtemelen orijinalinde Gloria istasyona gelmiyor).

İlgilisine...

THE LOVERS (Les Amants) - (1958)

THE LOVERS

(sürpriz bozan/spoiler içerir!)

Artık kült klasik olan Elevator to the Gallows(Ascenseur pour l'échafaud)'un hemen ardından aynı yıl yönetmen Louis Malle ve aktris Jeanne Moreau bu filmde yine bir araya gelmişler. 

Filmin senaryosunu Dominique Vivant'ın romanından esinlenerek Louise de Vilmorin uyarlamış.

Jeanne Tournier kocası ve çocuğuyla şehir dışında bir malikanede yaşamaktadır. Sekiz yıllık evliliğin ardından kocasına olan sevgisini yitirmiştir. Gizli aşığı Raoul'da da aradığı, eksik şeyi bulamamıştır. Duygusal ve cinsel açıdan tatminsizdir. Bir gün arabası bozulur ve 
Bernard adında bir arkeolog ona yardım eder ve onu evine kadar bırakır. Kocası Bernard'ı misafir eder. O gece Bernard ve Jeanne masalsı bir şekilde birbirlerine aşık olurlar ve geceyi birlikte geçirirler.

Filmin sonu biraz hızlı ve çocuksu ancak yinede duygusal açıdan karakterlerin yansıması -özellikle iki sevgilinin duygusal yansımaları- gerçekçi bir havada.

Film gösterime girdiği birçok ülkede içerdiği sevişme sahnesinden ve filmin sonunda kadının kocası ve çocuğunu bırakarak sevgilisiyle gitmesinden ötürü bir hayli eleştirilmiş ve çeşitli ülkelerde(Türkiye dahil) gösterimi yasaklanmış. Hatta Amerika'da film içerdiği sevişme sahnesinden ötürü müstehcenlikle suçlanıp, davalık bile olmuş (Jacobellis v. Ohio, 378 U.S. 184 davası). Aslında film tematik açıdan David Lean'in 1945 yapımı Brief Encounter adlı filmiyle uyuşuyor. Farkı Brief Encounter'daki kadın karakter kocası ve çocuklarına dönerek ahlaki açıdan toplumu onaylıyordu ve bir de tabii bu filmdeki gibi bir sevişme sahnesi yoktu.

Malle anlatmak üzere seçtiği hikayeler ve yaklaşımıyla Fransız Yeni Dalgasının içinde olsa da çekim tarzı diğer Yeni Dalga yönetmenlerinden farklı. Daha çok klasik bir yaklaşımı var. Kamera çoğunlukla tripod ya da dolly üzerinde duruyor.

Malle filminde müzik olarak sadece Brahms'ın Streichsextett No: 1 bestesini kullanmış.

Film Katolik İtalya'da da olumsuz tepkiler almış olsa da Venedik Film Festivali'nden En İyi Kadın Oyuncu ve Juri Özel Ödülü'nü de almayı başarmış.

İkinci uzun metraj filminde Louis Malle yönetmenliği, eklediği ince detayları, yaklaşımıyla, Jeanne Moreau da sergilediği başarılı oyunculuğuyla The Lovers'ı özel ve cesur kılıyorlar.

İlgilisine...

1 Haziran 2017 Perşembe

DREAMS (YUME) - (1990)

Akira Kurosawa's DREAMS (YUME)


Akira Kurosawa'nın yazıp yönettiği film Kurosawa'nın sekiz rüyasını, düşünü yansıttığı sekiz kısa filmden oluşuyor.

Yıllardır kötüye giden ve bir hayli değişen Japon film endüstrisinde film yapmak, finans sağlamak Kurosawa gibi efsane bir yönetmen için bile hayli zorludur. Hatta Kurosawa 1975'te En İyi Yabancı Film Oscar'ını kazanan Dersu Uzala'yı Rusya'da çekmiş, ardından -Oscar almasına rağmen- Ran ve Kagemusha'yı da binbir zorlukla finanse edip çekebilmiştir. Filmografisine bakınca 1965'ten itibaren neredeyse her filminin arasında 5 yıldır vardır(-ki bu onun seçimi değildir). İşte Kurosawa'nın bu sıkıntılı döneminde onun büyük bir hayranı olan Steven Spielberg finansal açıdan Kurosawa'ya yardımcı olmak üzere çabalamaya başlar. Yanına arkadaşları George Lucas ve Francis Ford Coppola'yı da alarak Warner Bros. stüdyosunu ikna ederler. Böylece Kurosawa filmini Hollywood desteğiyle çekmeyi başarır.

Konu düşler gibi kişisel bir tema olunca filmin tüm ana karakterlerinin Kurosawa'yı ve ondan izler yansıttığını söyleyebiliriz.

Düş#1: Sunshine Through the Rain

Düş#1: Sunshine Through the Rain: Filmin bu ilk öyküsü eski bir Japon inanışına dayanıyor. İnanışa göre yağmur yağarken güneş de kendini gösteriyorsa bu vakit tilkilerin ormanda düğün yapma vaktidir.

Küçük çocuğun tilkilerin düğün geçidini izleme sahnesi ve koreografileri, çocuğun annesi tarafından harakiri yapmaya gönderilmesi ve çocuğun gök kuşağına ulaştığı sahneler görsel açıdan etkili olduğu gibi Kurosawa'nın çocukluk anılarını da yansıtıyor.

Düş#2: The Peach Orchard

Düş#2: The Peach Orchard: Hina Matsuri(kukla, bebek festivali) festivali baharda şeftali ağaçlarının pembe çiçekleri açtığı zaman Japonya'da yapılan bir festivalmiş. Bu festivali heyecanla bekleyen bir çocuk ailesinin bahçelerindeki ağaçları kestiğini öğrenir. Sadece kendisinin gördüğü gizemli bir kızı takip ederek ağaçların kesildiği yere varır. Karşısında ağaçların ruhunu temsil eden bebekleri bulur.

Ağaçları temsil eden bebeklerin dansı sahnesi harika bir görselliğe sahip. Anlatılanlara göre tüm sahne bir günde çekilmiş. Filmde görünen gizemli kızın kesilen ağaçların ruhunu yansıttığı gibi Kurosawa'nın çok sevdiği ancak küçüklüğünde ölen ablasına dair bir referans olduğu da belirtiliyor(örneğin, filmin Criterion baskısındaki Stephen Prince'in sesli yorumlarında...).


Düş#3: The Blizzard

Düş#3: The Blizzard: Bu kısa filmde dört dağcı kar fırtınası sırasında kamplarına ulaşma çabası veriyorlar. Ama onlara yolculuklarında kötü bir ruh dadanıyor ve onlara yorgunluk ve uyku veriyor.

Açıkçası Kurosawa kötü ruhun dağcılara verdiği hisleri görselliğiyle, ses kullanımı ve kurgudaki ritmiyle izleyiciye başarıyla yansıtıyor. Klasik kwaidan filmlerini anımsadım. Hipnotize edici bir bölüm, izlerken ben de yorulmuş ve uykusu gelmiş gibi hissettim.


Düş#4: Tunnel

Düş#4: Tunnel: İkinci Dünya Savaşı sonrasında yalnız başına evine dönmekte olan bir müfreze komutanı yolunun üzerinde bir tünele geldiğinde hayalet asker arkadaşlarıyla karşılaşır. Kurosawa savaşın insan üzerindeki yıkımını yansıtırken dengeli bir şekilde militarizm eleştirisi de yapıyor. İlk elden ordu tecrübesi olmayan Kurosawa bu sahnede askerleri yönetmesi için eski dostu ve bu filmde danışmanlık yapan Ishoro Honda'nın yardımını almış.


Düş#5: Crows

Düş#5: Crows: Bir sanat öğrencisi bir müzede Van Gogh'un eserlerini incelerken resimlerin içine girer ve Van Gogh ile tanışır. Kurosawa'nın Van Gogh'un hayranı olduğu ve Van Gogh'un mektuplarından oluşan kitabı çok sevdiği biliniyor. Sanat öğrencisinin Van Gogh'un tablolarının içine girip dolaştığı sahnelerin çekimi George Lucas'ın özel efekt şirketi ILM yardımıyla çekilmiş. Filmin tamamında ILM'in desteği büyük. Son bir not olarak Vincent Van Gogh'u -Kurosawa'nın isteği üzerine- yönetmen Martin Scorsese canlandırıyor. Sanat yönetimi yine gayet başarılı ve Van Gogh'un renklerini ve dünyasını izleyiciye hissettiriyorlar.


Düş#6: Mount Fuji in Red

Düş#6: Mount Fuji in Red: Fuji dağının yakınındaki bir nükleer santralde kaza olur, reaktörler patlarken insanlar çaresiz bir şekilde kaçışmaya başlar. Kurosawa'nın nükleer enerji ve radyasyon üzerine endişelerini yansıttığı bir kabus diyebiliriz.


Düş#7: The Weeping Demon

Düş#7: The Weeping Demon: Bir adam verimsiz topraklarda gezerken tek boynuzlu bir iblisle karşılaşır. Hikâye ilerledikçe iblisin eskiden bir insan olduğunu ve zamanla radyasyon, endüstriyel atıklar gibi insanlığın doğaya verdiği zararlarla değişim geçirmiş olduğunu anlarız. Filmde boynuz(lar) sanki bir ur gibi ağrı, ızdırap verici olarak betimleniyor. Kurosawa yine insanlığın doğayı bozup bencilliği ve çıkarları için kendine ve yaşadığı dünyaya verdiği zararları gösterirken kaygılarını dile getiriyor.


Düş#8: Village of the Watermills

Düş#8: Village of the Watermills: Bir seyyah doğada gezerken nehir kenarına kurulmuş, değirmenli bir köye denk gelir. Köyde karşılaştığı 103 yaşındaki bir adamla(Chishu Ryu) sohbet eder. Yaşam üzerine, doğa üzerine, modern hayat-geleneksel hayat üzerine ve de ölüm üzerine konuşurlar. Sekans hayli neşeli bir cenaze töreniyle sona erer. Kurosawa doğanın güzellikleri içinde yaşam ve ölümü kutlayarak filmini bitiriyor.

Filmin sinematografisi, sanat yönetimi, kostümleri, ses tasarımı ve müzik kullanımı kanımca gayet başarılı.

Ayrıca Nobuhiko Obayashi'nin "Making of Dreams" adlı iki buçuk saatlik yapım belgeselini Kurosawa'nın ve filmin sevenlerine tavsiye ederim. Kurosawa'yı çalışırken izlemek büyük bir zevk (imdb). Bu belgeselin de yer aldığı filmin Criterion Collection'dan çıkan baskısı üst kalitede görüntü ve ses transferinin yanı sıra ek içerik açısından da hayli doyurucu bir baskı. Tek eksiği ise Kurosawa'nın filmi tasarlarken yaptığı resimlerden oluşan bir galerinin olmaması.

Film Cannes'da açılış filmi olarak gösterilirken Altn Küre Ödülleri'nde de En İyi Yabancı Film dalında aday olmuş.

Kurosawa -filmin fragmanında da dendiği gibi- düş sevenler için harika düşler sunuyor.

İlgilisine...

SABOTEUR - (1942)

SABOTEUR

Alfred Hitchcock'un yönettiği filmin başrollerinde Robert Cummings, Priscilla Lane ve Norman Lloyd var. Filmin kötü adamı olan sessiz sinema döneminin yıldızlarından Otto Kruger'ı da unutmayalım.

Filminin senaryosunun farklı taslaklarını  ayrı zamanlarda Peter Viertel, Joan Harrison ve Dorathy Parker yazmış.

Filmde askeri bir uçak fabrikasında yangın çıkar. Sabotaj olduğu anlaşılan bu olaydan ötürü fabrika çalışanı Barry Kane suçlanır. Kane suçsuz olduğunu ispatlamak ve gerçek suçluları bulmak üzere polisten kaçar.

Film, suçlamalar karşısında masumiyetini kanıtlayıp gerçek suçluyu bulmak için kanundan kaçan adam/kadın'ın klasik hikâyesi. Bu janra Hitchcock'un da en sevdiklerinden olmalı ki bu filmden önce 1935 yılında The 39 Steps, daha sonraki yıllarda da Wrong Man ve North by Northwest'i de yönetmişti. Filmin konusu özellikle The 39 Steps ile büyük oranda örtüşüyor. Finali ise Hitchcock'un 1959 yılında çekeceği North by Northwest'in Rushmore Dağı'nda geçen o ünlü finaline göz kırpıyor.

Film, Pearl Harbour'un bombalanıp Amerika'nın II. Dünya Savaşı'na girdiği sırada çekildiğinden, konusuyla ve özellikle de diyaloglarıyla açık bir propaganda da yapıyor.

Hitchcock başta Robert Cummings'i komedi geçmişinden ötürü filmin başrolü için pek istememiş ama aldığı sonuç bence bir hayal kırıklığı değil. Priscilla Lane hem oyunculuğu hem de güzelliğiyle klasik bir Hitchcock sarışını olmuş. Hitchcock'un bu filmdeki keşfi ise Norman Lloyd. Lloyd'un yüz mimikleriyle ve vücut diliyle Fry karakterini yorumlayışı hafızalarda yer ediyor.

Hitchcock'un bu filmde kendisi için tasarladığı orjinal cameo rolü ise anlatılanlara göre şöyle: Hitchcock ve sekreteri sağır-dilsiz iki kişiyi canlandırıyorlar. Bir sokakta/yaya geçidinde Hitchcock el işaretleriyle kadına uygunsuz bir teklifte bulunuyor ve tokadı yiyor. Ancak bu sahne zamanın sansür kurulu tarafından 'uygunsuz' bulununca kendisinin gazete satın aldığı başka bir sahne çekip, filme koymuş.

Hitchcock'un finaldeki Özgürlük Heykeli sahnesinde gerilimin tavan yapmak üzere olduğu anlarda müziği kapatması ise onun deneyselliği çok sevdiğini kanıtlayan anlardan. Ancak Hitchcock bu sahnede zor duruma kötü adamı koyduğu için sonradan pişman olmuş. Çünkü sahnenin etkisinin (zor durumda olan kişi kötü adam olduğu için ve izleyici de kötü adamla yeterince özdeşleşemediğinden) seyirci üzerinde biraz daha az olduğunu görmüş. Bunu da sonradan North by Northwest'in finalinde düzeltmiş.

İlgilisine...

DIRTY ROTTEN SCOUNDRELS - (1988)

DIRTY ROTTEN SCOUNDRELS

Frank Oz'un yönettiği bu komedi filminin başrollerinde Michael Caine, Steve Martin ve Glenne Headley var.

Film Ralph Levy'nin yönettiği, Marlon Brando ve David Niven'in başrolünü oynadığı Bedtime Story adlı filmin yeniden yapımı. Maalesef bugüne kadar Bedtime Story'i izleme fırsatım olmadı, o yüzden filmi orijinaliyle kıyaslayamıyorum.

Filmin senaryosunu Dale Launer, Stanley Shapiro ve Paul Henning yazmış.

Filmde Fransız Riviera'sında kadınları hedef bellemiş iki dolandırıcının çarpışmasını izliyoruz. Aristokratik İngiliz dolandırıcı Lawrence Jamieson(Caine) çalışma bölgesini Amerika'dan gelmiş sorumsuz ve kendini beğenmiş dolandırıcı Freddy Benson'a(Martin) kaptırmak istemez. Sonunda kimin gidip-kalacağına dair bir bahse girerler: Seçtikleri ortak hedefi kim ilk önce dolandırmayı başarırsa o kazanacaktır. Oyunlar başlar...

Filmde Michael Caine ve Steve Martin karşılıklı döktürüyorlar. Glenne Headley de Janet rolünde çok başarılı. Üçlünün arasında harika bir kimya var. Ayrıca başta Ian McDiarmid ve Anton Rodgers olmak üzere tüm yardımcı oyuncular da rollerinde gayet iyiler. Michael Caine'in performansıyla o yıl Altın Küre'ye aday olduğuna da belirteyim.

Filmi ilk defa çocukken annemle izlediğimi hatırlıyorum, izlerken bir hayli gülmüştük. Özellikle Caine'in Martin'in "hissiz" bacaklarını muayene ettiği sahnede sopayla Martin'in bacaklarına vurduğunda Martin'in gözlerinde beliren o acı gözyaşlarını hiç unutmam, beni gülmekten kırmıştı.

Türkiye'de "Kirli, Çürük ve Adi" adıyla gösterime giren filmin DVD'sinde hiç ekstra yok. Umarım yakın zamanda restore edilmiş ve kaliteli ekstralara sahip olan bir baskısıyla izleyicisiyle buluşur.

Dirty Rotten Scoundrels iyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş pek eğlenceli ve sürprizli bir komedi filmi.

İlgilisine...



1 Mayıs 2017 Pazartesi

NAPOLEON - (1927)

NAPOLEON (Napoléon vu par Abel Gance)

Abel Gance'ın yazdığı, yönettiği, oynadığı ve yapımcılığını üstlendiği bu epik biyografik dramın ana karakterini ise Albert Dieudonne canlandırıyor. Diğer önemli rollerde Gina Mannes, Antonin Artoud ve Edmond Van Daële var.

Film Gance'ın görsel anlatımı, kurgusu ve yenilikçi yaklaşımlarıyla sadece sessiz sinema döneminin değil tüm sinema tarihinin önemli filmlerinden biri kanımca.

Film Brienne'deki bir askeri okuldaki küçük Napoleon'un diğer öğrencilerle yaptığı bir kar topu savaşıyla açılıyor ve Fransız devriminden geçerek, İtalya seferiyle de sonlanıyor. Eğer yönetmenin altı filmlik bir Napoleon biyografisi yapmak üzere yola çıktığını bilmeden filmi izlerseniz filmin sonunda bazı hikayelerin yarım kaldığını düşünebilirsiniz. Mesela Napoleon öğrenci iken St. Helena adasına yapılan görsel vurgu, Josephine'in, Violine'in hikayeleri gibi...

Bu film Napoleon'un hayatının yaklaşık 1782-1798 yılları arasını kapsıyor. Ancak Gance, altı film için sağladığı bütçeyi sadece ilk filmin yaklaşık 70%'ini çektiğinde tüketmiş. Daha sonra da film eleştirmenler tarafından beğenilse de gişe de başarılı olamayınca Gance altı filmlik projesini finanse edemeyerek tamamlayamamış. Filmin zarar etmesinde o dönem yeni yeni yaygınlaşan sesli filmlerin daha çok ilgi çekmeye başlaması ve filmin uzun süresi önemli etkenler.

Film 4 saat 10 dakikalık süresiyle Paris'te prömiyerini gerçekleştirmiş ve bundan birkaç ay sonra da Gance filmin 9 saat 22 dakikalık tam versiyonunu(definitive version) gösterime çıkarmış. Ardından da yapımcılar ve finansörler filmi yurt dışına satabilmek için filmin birçok kurgusu hazırlatmışlar, ve haliyle film orijinal hâlini kaybetmiş. Yıllar sonra Abel Gance'la tanışan ve onu konu alan bir belgesel(The Charm of Dynamite) çeken film tarihçisi Kevin Brownlow'un yıllar süren çabalarıyla filmin kayıp parçaları(büyük bir bölümü) bir araya getirilebilmiş ve restore edilerek 80'li yıllarda yaklaşık beş saatlik bir versiyonuyla yeniden gösterime çıkmış. Daha sonra 2013'de Brownlow yıllar içinde bulduğu yeni kısımları da filme ekleyerek filmin yaklaşık 5 saat 32 dakikalık bir versiyonunu BFI'ın desteğiyle gerçekleştirilen özenli bir restorasyonun ardından DVD/Blu-ray baskısıyla izleyiciye sunmuş. Ben de filmin bu beş buçuk saatlik versiyonunu izleyip bu yazımı yazdım.

Sessiz bir film için ona sinemada eşlik eden müzik -sesli filmlerde olduğu gibi- önemli bir öge. 1927'de Arthur Honegger'in film için bestelediği müzikleri çalan büyük bir orkestrayla gösterilen filmi günümüzdeki DVD/Blu-ray baskılarında Carl Davis'in besteleri eşliğinde izliyoruz. Carmine Coppola'nın film için bestelediği müzikleri ise dinleme fırsatım olmadı. Belki filmin Amerika'da DVD/Blu-ray baskısı çıkarsa o baskıya ekleyebilirler.

Abel Gance filminde Napoleon'u fazlasıyla idolize ve idealize etmiş. Filmin açılış gecesi programındaki yazısında Napoleon'dan zamanının Prometheus'u olarak söz ediyor. Gance hakkında iki kitap yazan Paul Cuff'un da dediği gibi, yönetmen Napoleon'u seküler bir mesih olarak portre etmiş diyebilirim. Ama yine de yönetmenin serinin çekemediği beş filminde yavaş yavaş yaklaşımı değiştirebilme ihtimali de yok değildi; ama bunu bilemeyiz. Zaten Gance filmin ismini şöyle değiştirmiş: "Napoléon vu par Abel Gance" (Abel Gance'ın gözünden Napoleon).

Açıkçası Abel Gance'ın daha çok kendi sinematik ülküsünü gerçekleştirebilmek amacıyla aradığı bütçeyi sağlamak için milliyetçiliğe oynayıp dünya çapında bilinen Napoleon'u anlatmayı seçmiş olabileceğini de düşünmüyor değilim:)

Napoleon'un kendisini sevmesem de Gance'ın filminden büyük bir sinematik haz aldım ve bence bu film sinemanın gücünü sergileyen defalarca izlenebilecek bir başyapıt.

Bir anekdot olarak, kendi de Napoleon hakkında bir film çekmek isteyen ama bir türlü finanse edemeyen ünlü yönetmen Stanley Kubrick de filmi beğenmemiş ama teknik açıdan filmi övmüş.

Zaten filmi seven sevmeyen herkesin hem fikir olduğu şey Gance'ın teknik açıdan zamanının ilerisinde olması. Gance'ın kamerası ve kurgusu hep hızlı ama öylesine değil, hep bir şeyler anlatıyorlar. Aynı şekilde planları ve aydınlatması da öyle... Filmin finalindeki üçlü çerçeve sahnesi(triptychs) gibi: Bu sahnede yönetmen üç ekran görüntüsünden bir panorama elde ederek ekrana yansıtıyor, 4:1'lik bir çerçeve! (Tabii tüm sinemalarda böyle gösterilememiş, ayrıyeten sahnenin tekli bir versiyonu da hazırlanmış.)

Filmden bir triptychs(üç parçalı tablo) ya da daha sonraki ismiyle Polyvision görüntü.

Gance kendisinin de ifade ettiği gibi seyirciyi aksiyonun, filmin içine çekmek, katmak istiyor. Sürekli deney yapıyor, yeni bir şeyler deniyor. Brownlow'un belgeselindeki Napoleon'un kamera arkası görüntülerinde de görebileceğiniz üzere Gance kamerasını çok çeşitli yerlere yerleştiriyor: Kameramanların gövdelerine bağlıyor, araba üstüne, bisiklet üstüne, giyotin üstüne, kızak üstüne koyuyor. Motorize edilmiş tripod kafaları üzerinde 360 derece döndürüyor; iplere bağlıyor... Elde kamera kullanımı yaygın. Kurgusu hızlı ve ritmik. Ayrıca Gance bazı sahnelerde ekranı yine üçe bölerek aynı olayın farklı yönlerini -kendi ifadesiyle fizyolojik, akılsal ve duygusal- göstermeye çalışıyor. Gance böyle pahalı bir film çekerken bile hayli deneysel ama -daha önce de belirttiğim gibi- bu ona pahalıya patlamış.



Dışa vurumculuğu ve sembolizmi neredeyse filmin her planında, kurgusunda ve aydınlatmasında görebiliyoruz. Film görsel anlatımıyla tam bir saf sinema örneği. Filmin sinematografı Jules Kruger, kurgucusu ise Marguerite Beauge.

Napoleon'un Korsika'dan küçük bir kayıkla kaçarken karşılaştığı fırtınada boğuşurken Paris'teki mecliste yaşanan kargaşa fırtınasını paralel kurguyla gösterişi, çalkantılı denizdeki sallanan kameranın meclis sahnelerinde de iple sallandırarak sahneleri bağlayışı zekice.

Özetle Abel Gance'ın Napoleon'u hem anlatımıyla hem de teknik açılardan sinemanın köşe taşlarından bir film.

İlgilisine...

imdb

(Paul Cuff'ın filmin, yapım öncesinden başlayarak günümüze kadar olan tarihini kronolojik olarak anlatan bu detaylı çalışmasını da ilgilisine tavsiye ederim. Link)

SISTERS OF THE GION (Gion no shimai) - (1936)

SISTERS OF THE GION

Kenji Mizoguchi'nin yönettiği filmin başrollerinde Isuzu Yamada ve Yôko Umemura var.

Hikâyesini Kenji Mizoguchi'nin yazdığı filmin senaryosunu ise Yoshikata Yoda yazmış.

Gion'da geyşalık yapan iki kız kardeşin paralel öyküsünü izliyoruz. Küçük kardeş Omocha daha modern, bağımsız iken ablası Umekichi daha geleneksel bir geyşadır. Omocha erkekleri manipüle edip onları kullanıp ardından başından atarken, ablası ise onları kontrol edip desteklerini almaya çalışmaktadır. İki kız kardeşin erkeklere ve mesleklerine karşı farklı yaklaşımları onların fakirliklerinin üstesinden gelebilmelerini sağlayabilecek midir?

Mizoguchi'nin filmlerinde sık işlediği ana konulardan biri olan hayli muhafazakar ve ataerkil Japon toplumundaki hayat kadınları ve onların yaşamları, durumları bu filmin de merkezinde. Mizoguchi politik açıdan geyşalık müessesine ve yasal fuhuş yapılmasına karşıydı. Bu filmden önce çektiği Osaka Elegy'de ve daha sonraki yıllarda çekeceği Women of the Night (1948), The Life of Oharu (1952) ve son filmi Street of Shame (1958) adlı filmlerinde bu konuya eğilmişti. Sisters of the Gion'un finalinde Omocha'nın serzenişinde de bunu açıkça görüyoruz.

Mizoguchi'nin ilk başyapıtlarından biri olarak görülen Sister of the Gion; yönetmenin konuyu ele alışı, anlatımı, görselliği ve oyuncularının performanslarıyla önemli bir film.

İlgilisine...

WILLOW - (1988)

WILLOW

Ron Howard'ın yönettiği George Lucas'ın yapımcılığını yaptığı bu fantezi macera filminin başrollerinde Warwick Davis, Val Kilmer ve Joanne Whalley var.

George Lucas'ın yazdığı filmin öyküsünü Bob Dolman senaryoya aktarmış. Lucas'ın öyküsünde The Lord of the Rings'den izler görmek mümkün (tema, karakter, mekanlar gibi).

Fimin konusu: Kehanete göre özel bir doğum lekesiyle doğacak bir kız çocuğu Kraliçe Bavmorda'yı devirecektir. Kraliçe tüm doğum yapmak üzere olan kadınları toplar ve zindana kapar. Sonunda kehanette bahsedilen kız çocuğu doğar. Ama bir ebe çocuğu kaçırır ve kendisi öldürülmeden önce bebeği derme çatma bir sala koyarak nehre bırakır. Çocuğu Nelwyn köyünde çiftçilikle uğraşan ama bir büyücü olmak isteyen Willow bulur. Köy meclisi bebeği Willow'un koruması altında Daikinilere(insanlara) götürülmesine karar verir. Ve Willow macera dolu bir yolculuğa çıkar...

Filmde Warwick Davis kendi yaşından büyük, aile babası bir karakter olan Willow Ufgood'u canlandırıyor. Warwick genç yaşına rağmen(18 yaşında) rolünde istekli ve filmin başrolünde başarılı bir performans sergiliyor. Val Kilmer ise Madmartigan rolünde gayet eğlenceli ve karakterle bütünleşiyor. Rol arkadaşı Joanne Whalley ile aralarında iyi bir kimya var. Zaten ikilinin filmin çekimlerinden sonra aynı yıl içinde evlenmelerinden bu daha iyi anlaşılıyor. Jean Marsh da kötü büyücü Kraliçe Bavmorda rolünde ürkütücü ve tekinsiz; yani başarılı.

Filmin özel efektlere getirdiği yenilik 'Morph' ya da 'Morphing' tekniği olmuştu. Film bu tekniği ilk defa kullanmasa da(bu teknik iki yıl önce çok başarılı olmasa da The Golden Child adlı filmde kullanılmıştı) tekniği mükemmelleştirip, popüler etmişti. Hatta bu tekniğe Morph ismi de bu filmde verilmişti. Tekniğin en iyi sergilendiği sahne Willow'un Fin Raziel'i büyüyle insan hâline geri döndürmeye çalıştığı sahneydi Link. Ben bu tekniği ilk defa Michael Jackson'ın Black or White klibinde görmüştüm. Klip tamamen morph tekniği üzerine kuruluydu ve çok popüler olmuştu. Sonrasında morphing tekniği kısa zaman içinde filmlerden, müzik videolarına, reklamlara, dizilere kadar her yerde fazlasıyla kullanılıp sıradanlaşmış ve zamanla popülerliğini yitirmişti.

Bu arada filmin James Horner tarafından bestelenmiş müziklerini de unutmayalım. Bence Willow Horner'ın en iyi işlerinden biri.

Ev sinemasıyla ilgileniyorsanız filmin Special Edition DVD'sinde Warwick Davis'in bir hayli bilgilendirici ve eğlenceli sesli yorumları var. Ancak maalesef bu sesli yorumları filmin yeni restore edilmiş görüntü transferini barındıran Blu-Ray baskısına koymamışlar. (Gerçi filmin Türkiye'de DVD ya da Blu-Ray baskısı çıkmamış ama not olsun.)

En İyi Görsel Efektler ve Ses Kurgusu dalında Oscar'a aday olan film 80'lerin eğlenceli fantezi macera filmlerinden biri.

İlgilisine...

1 Nisan 2017 Cumartesi

THE HILL - (1965)

THE HILL (TEPE)

Yönetmenliğini Sidney Lumet'in yaptığı bu anti-militaristik filmin başrolünde Sean Connery var. Yardımcı rollerde öne çıkanlar ise Harry Andrews, Ian Bannen, Ian Hendry ve Michael Redgrave.

Filmin senaryosunu R.S. Allen'ın aynı isimli oyunundan Ray Rigby uyarlamış.

Filmde otoritenin korku ve şiddetle bireyi itaatkar bir makineye çevirme çabasını ve bireyin otoriteyle çatışmasını izliyoruz. Bu temaları işlemek için ise ordu biçilmiş kaftan.

Libya çölündeki bir İngiliz askeri hapishanesinde gardiyanlardan bazıları mahkumlara eziyet etmekte ve bu durum yöneticiler tarafından görmezden gelinmektedir. Bu eziyetlerden en çarpıcı olanı ise filme ismini veren "Tepe"dir. Gardiyanlar çölün öğle sıcağına aldırmadan mahkumları bu tepeye tırmanmaya zorlarlar. Bu ceza mahkumlardan birinin ölümüne sebep olur. Hapishaneye yeni gelen mahkum Joe Roberts(Connery) olanları gördükçe otoriteye isyan etmeye başlar.

Filmi siyah-beyaz çeken Sidney Lumet filmde daha çok geniş açı lensleri kullanmayı tercih etmiş. Kasıtlı olarak yüzlerde distortion oluşmasını amaçlamış(geniş açı lens kullanıldığında imajın köşelerinde oluşan bozulma). Filmin görüntü yönetmeni Oswald Morris filmdeki çalışmasıyla BAFTA'da En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü almış.

Ayrıca Lumet filmde hiç müzik de kullanmıyor.

Filmin senaryosu 1965'de Cannes'da En İyi Senaryo ödülünü almış. Ancak filmin adının Oscarlar'da geçmemesi düşündürücü; yazık olmuş.

The Hill maalesef günümüzde adından az bahsedilen başyapıtlardan.

İlgilisine...

THE MUSIC ROOM (Jalsaghar) - (1958)

THE MUSIC ROOM (Jalsaghar)

Satyajit Ray'in yönettiği ve senaryosunu Santi P. Choudhury ile birlikte yazdığı filmin başrolünde Chhabi Biswas var. Filmin senaryosu Tarashankar Benerjee'nin kısa bir öyküsünden uyarlanmış.

Bir toprak ağası (zamindar) olan Biswambhar Roy eşini, çocuğunu ve bir de müziği çok sevmektedir. Hatta evinde konserler düzenletmektedir. Ancak karısı ve oğlu selde boğularak ölünce hayata küser ve izole bir hayat yaşamaya başlar. Müzik de onun için bitmiştir. Feodal sistem çökerken alt sınıftan olan Mahim ticaretle zengin olur ve Biswambhar'a rakip olur. Biswambhar her geçen gün maddi ve manevi gücünü yitirmektedir. Kalan parasıyla evinde son kez bir müzik konseri verdirmeye karar verir.

Başroldeki Chhabi Biswas trajik durumdaki toprak ağası rolünde akıllara kazınan, güçlü bir oyunculuk sergiliyor.

Filmin öyküsü Ray'in Apu üçlemesinin ikinci filmi olan Aparajito'nun gişede zarar etmesi üzerine ticari açıdan başarılı bir film üretmek isteyen Ray'in Hint müziğiyle ilintili popüler bir edebiyat eseri arayışıyla başlamış. Ray müziği çok sevdiği için filmin merkezinde müziğin önemli bir yer tutmasını istemiş (-ki biyografi yazarı Andrew Robinson, Ray'in ona müziği sinemadan daha çok sevdiğini söylediğini aktarıyor).

Toprak ağası Roy gelecekte fillerin yerini alacak olan toz kaldıran kamyoneti izlerken.

Filmde Ray'in klasik temalarından olan eski-yeni, gelenekler-yenilikler çatışmasını ve eski neslin yeniliklere uymakta yaşadığı sıkıntıları görüyoruz.

Film Ray'in birçok incelikli sembolik anlatımlarını barındırıyor. Mesela, Apu üçlemesindeki gibi ölüm gelmezden önce Ray'in şiirsel görselleriyle sembolize ederek ölümü haber verişini yine izliyoruz. Ayrıca müzik odasındaki o büyük avizenin Biswambhar'ın hayatını/iç dünyasını sembolize ettiğini düşünüyorum.

Finalden önceki müzik ve dans gösterisinin Biswambhar'a verdiği büyük hazzı seyirci de paylaşıyor. Açıkçası Ray filmi çekerken Batı seyircisinin Hint müziği ve dansına ilgi ve beğeni göstereceğini pek düşünmemiş. Ancak film İngiltere, Amerika ve Fransa'da bir hayli başarılı olmuş.

The Music Room hüzünlü ana karakteriyle, içten, incelikli hikayesi ve müziğiyle Satyajit Ray'in en iyi filmlerinden biri.

İlgilisine...

BODY DOUBLE - (1984)

BODY DOUBLE

-I like to watch.

Brian De Palma'nın yönettiği bu erotik gerilimin başrollerinde Craig Wasson, Melanie Griffith ve Gregg Henry var.

Filmin senaryosu ise Brian De Palma ve Robert J. Avrech'e ait.

Aktörlük yapan Jake Scully oynadığı filmin setinden eve erken döndüğünde sevgilisini başka bir adamla sevişirken bulur. Sevgilisinden ayrılan Jake bir süre sonra da işinden olur. Oyuncu seçmelerine giderken kendi gibi aktör olan Sam'le tanışır. Sam iş sebebiyle şehir dışına çıkacağı için kaldığı lüks evi kendine kalacak yer arayan Jake'e bırakır. Sam gitmeden evdeki teleskopu yakınlardaki bir eve doğru çevirir ve Jake'den teleskoptan bakmasını ister. Jake teleskoptan baktığında son derece güzel bir kadının önce mücevherlerle striptiz yapıp, ardından da mastürbasyon yaparak uyuduğunu görür. Jake zamanla izlediği bu kadını saplantı hâline getirecektir ve olaylar kontrolden çıkacaktır.

Film hikayesiyle, temalarıyla ve karakterleriyle Hitchcock'un başta Vertigo olmak üzere Rear Window, Dial M for Murder ve bence biraz da Michael Powell'ın Peeping Tom filmlerinden izler taşıyor. Voyerizm, saplantılar, fobiler, gerilim ve cinayet... De Palma ilgisini çeken bu temaları kendi zevkine göre harmanlayıp kendi bakış açısını ve görselliğini katarak kendine has bir film ortaya çıkarıyor (ki bu filmografisine bakıldığında birçok filminde görülmekte).

Craig Wasson ve Gregg Henry rollerinde gayet iyiler. Melanie Griffith ise rolünde parlıyor. De Palma başta Holy Body rolünü gerçek bir porno oyuncusuna(Annette Haven) vermek istemiş ancak stüdyo buna karşı çıkınca Scarface'de birlikte çalıştığı Steven Bauer'ın eşi Melanie Griffith ile rol üzerine konuşmaya başlamışlar ve sonunda rol Griffith'e kalmış. Griffith'in rol için yaptığı deneme çekimi ise filmin ünlü striptiz sahnesi olmuş. Anlatılanlara göre De Palma daha sonra Griffith'in isteğiyle bu deneme çekimini içeren kaseti imha etmiş. Ayrıca Griffith rolüne hazırlanırken Annette Haven'dan da danışmanlık almış. Son olarak Gloria rolündeki Deborah Shelton'ın iyi performansını da unutmayalım (ancak filmde kendi sesiyle konuşmuyor, dublaj yapılmış).

De Palma kadınları fotoğraflamayı ve onları güzel göstermeyi sevdiğinden filmin görüntü yönetmenini seçmek için adaylara aynı aydınlatma malzemelerini vererek kadın oyuncuları aydınlatmalarını istemiş. Testin sonunda adayların arasından Stephen H. Burum sıyrılmış. Ve o zamandan beri Burum ve De Palma toplamda sekiz filmde birlikte çalışmışlar. Filmde De Palma'nın klasik dolly(şaryo) çekimlerini, steadicam takip sahnelerini, zoom lens kullanımını ve split diopter planlarını yine sıklıkla görüyoruz.

Bu hayli görsel filmden birçok sahne akılda kalıyor: Jake'in röntgencilik sahneleri, alışveriş merkezindeki takip sahnesi -ki gerek zamanlamalarıyla gerek kurgusuyla gayet iyi bir sahne-, kameranın 360 derece karakterlerin etrafında döndüğü o tutkulu öpüşme sahnesi(benzer tekniği -rear projection- daha önce The Fury adlı filminde de yaratıcı bir şekilde kullanmıştı), porno filmin içindeki müzik klibi sahnesi(Relax şarkısı), filmin finali ve elbette o matkaplı unutulmaz cinayet sahnesi ilk akla gelenlerden... Cinayet sahnesi De Palma'nın Dressed to Kill filmindeki asansör sahnesi kadar olmasa da bir hayli etkili. Ha, bir de bitiş jeneriğindeki body double(vücut dublörü)'ı açıklayan sahneyi unutmayalım! Filmin başlarında kullanılmak üzere çekilen bu sahne izleyiciye filmin sürpriziyle ilgili büyük bir ip ucu verdiğinden kesilmiş, ama sonrasında kendine bitiş jeneriğinde yer bulabilmiş.

Filmin mekan seçimleri ve setleri de gayet iyi. Akla ilk gelen Jake ve Sam'in kaldığı enteresan bir mimariye sahip olan ev oluyor. Bunun yanı sıra teraslı otel ve Gloria'nın evi de akılda kalıcı. Çünkü bu mekanlar hem hikayeye hem de görsel anlatıma hizmet ederek filmle bütünleşiyorlar.

De Palma'nın zoom lensleri kullanışı, arka planda İtalyan besteci Pino Donaggio'nun müzikleri ve o kanlı sahneleriyle film bazen bir nevi Spagetti Suspense hissi uyandırmıyor değil.

Film gösterime çıktığında porno karşıtlarının ve feministlerin oklarına hedef olmuş. Bence daha çok filmin ve De Palma'nın üzerinden kendi propagandalarını yapmaya gayret göstermişler. Film çoğu eleştirmenden olumsuz eleştiriler alırken gişede de çok başarılı olamamış. Ama film zamana direnerek günümüzde birçok sinemaseverin ve sinemacının gözünde kült seviyesine ulaşmış durumda.

Body Double gerilimiyle, erotizmiyle, mizahıyla, görsel anlatımıyla, estetiği ve performanslarıyla De Palma'nın incilerinden biri.

İlgilisine...