1 Aralık 2018 Cumartesi

STRAY DOG (Nora inu) - (1949)

STRAY DOG (Nora inu)

Akira Kurosawa'nın yönettiği bu savaş sonrası polisiye gerilim filminin başrollerinde Toshiro Mifune ve Takashi Shimura var.

Filmin senaryosunu Kurosawa ve Ryuzo Kikushima birlikte yazmışlar. Tabancasını çaldıran bir polisin gerçek hikâyesinden etkilenen Kurosawa kafasındaki hikâyesini senaryoya dönüştürmeden önce hayranı olduğu polisiye yazar Georges Simenon'un tarzına yakın bir şekilde hikâyesini roman olarak yazmış. Gerçi bu, senaryoyu yazarken işini kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırmış: klasik, edebiyat dili ile sinematik dil arasındaki çatışma...

Acemi detektif Murakami çok sıcak bir günde kalabalık bir otobüste tabancasını çaldırır. Tabancasını bulmak ve 'utancını' gidermek için soruşturmasına devam ederken işler daha da sarpa sarar çünkü kayıp tabancası bir soygunda ve cinayette kullanılmıştır. Bunun üzerine soruşturmasına kurt detektif Sato da dahil olur.

Acemi detektif ve usta detektifin bir araya gelmesi klasik polisiyede yaygın bir şablon. Usta detektif tecrübe ve bilgisiyle olayı çözmeye çalışırken olan biteni seyircinin ya da okuyucunun anlamasını sağlamak için ona eşlik eden acemi detektifin/yardımcının soruları gerekli olur. Sherlock-Watson, Poirot-Hastings, Sommerset-Mills vb. Ama bu filmde (yakın tarihli filmlerden örnek verecek olursam Se7en ya da Training Day gibi) merkezde usta detektif yerine genç detektif Murakami ve onun deneyimi yer alıyor.

Filmde bir sahnede Sato, katilin düşüncelerini anlamaya çabalayan Murakami'ye psikolojik analizi yazarlara bırakmasını öğütlese de büyük bir Dostoyevski hayranı olan Kurosawa bu işi filmin yönetmeni olarak üstleniyor ve filmin kötü adamı olan Yusa'yı analiz ederken izleyicisine bolca Suç ve Ceza'daki Raskolnikov karakterini hatırlatıyor.

Kurosawa ve Mifune'nin üçüncü kez bir araya geldikleri filmde Mifune başarılı bir performans sergilerken Kurosawa'nın daimi oyuncularından Takashi Shimura ise kurt detektif Sato karakterine hayat verirken ekrana geldiği her sahnede adeta rol çalıyor.

Popüler kültürde genelde çektiği samuray filmleriyle (Seven Samurai, Sanjuro, Yojimbo, Kagemusha gibi) tanınan Kurosawa'nın noir, polisiye, gerilim filmleri de en az samuray filmleri kadar iyi, hatta daha da derinlikli diyebilirim(High and Low, Drunken Angel, Bad Sleep Well gibi). Ayrıca edebiyat uyarlamalarını, dramalarını da unutmamak gerek.

Filmin siyah-beyaz sinematografisi gayet başarılı. Gece sahneleri, yüksek kontrastlı sahneler, silüetler... Filmin sinematografı Asakazu Nakai. Ayrıca Kurosawa'nın filmlerinde kullanmayı çok sevdiği long lenslere(telefoto lenslere) aşkı da bu filmde başlamış. Anlatılanlara göre Kurosawa, filmdeki cesedin bulunduğu sahnedeki figüranların performansını doğal bulmayınca daha uzaktan telefoto lensle çekerek -oyucuların ya da figüranların üzerlerindeki izlenme hissini azalttığından- istediği doğal performansları yakalayabilmiş.

Filmin kurgusu ise hayli dinamik. Flashback'ler ve paralel kurgu efektif bir şekilde kullanılmış.

Filmin set ve set dekorasyon çalışması da filmin göreceli olarak düşük bütçesine rağmen gayet başarılı ve ayrıntılı. Detay çok önemli, öyle ki kamera-izleyici görmese dahi bir şekilde sahnedeki gerçeklik hissini yükseltiyor.

Aşırı sıcak ve terleyen insanlar vurgusu ise yine Kurosawa'nın filmlerine koymayı sevdiği bir başka ayrıntı.

Sato'nun vurulma sahnesinin/sekansının inşa edilişine baktığımızda Kurosawa'nın ustalığını görüyoruz: Kötü bir şeyin gelmek üzere olduğunu vurgulayan fırtınalı hava, Sato'nun, polis olduğunu kimseye söylememeleri için verdiği uyarıya rağmen yalnız kalınca bunu dillendiren hotel yöneticisi ve bunu duyan yüzünü göremediğimiz katil, Sato'nun Murakami'ye ulaşmasında yaşadığı zorluklarla gittikçe artan gerilim, tüm bu durumla tezat olarak arka planda çalan neşeli bir şarkı ve oynaşan iki kişi, Sato ve Murakami arasında gidip-gelen paralel kurguda zamanlamalar ve de ardından işlerin kötüye gitmesi... Filmin finalindeki Murakami ve Yusa'nın karşı karşıya geldikleri sahne de hayli etkili bir diğer örnek.

Kurosawa'nın kendisi bu filmini çok sevmese ve teknik bulsa da bence Stray Dog yine Kurosawa'nın High and Low adlı filmiyle birlikte çekilmiş en iyi ve sinematik olarak öncü olan polisiye filmlerden biri.

İlgilisine...

1 Kasım 2018 Perşembe

ROMA (Fellini's Roma) - (1972)

ROMA (Fellini's Roma)

Federico Fellini'nin yönettiği filmin yarı otobiyografik sahneler içeren senaryosunu da Fellini ve Bernardino Zapponi birlikte yazmışlar.

Fellini'nin bakış açısıyla, anılarıyla, fantezileriyle sarmaladığı filmde yönetmenle birlikte Roma ve Roma'nın tarihinde bir yolculuğa çıkıyor, kurgusal açıdan bir yere ve konuya çok takılmadan sıklıkla oradan oraya atlayarak --hızlı bir tur gezisi gibi-- geziyoruz. 

Filmde Roma'ya Fellini'nin gözünden bakarken bir yandan da Fellini'nin Roma'daki gençlik anılarından(30'lu-40'lı yıllardan) kesitler izliyoruz. Ayrıca filmin şimdiki zamanında(1972) Roma'yla ilgili film çekmeye çalışan yaşlanmış Fellini'den de kesitler izliyoruz.

Film, bir nevi gerçekler ile hayallerin karıştığı ve birçok sahnesi belgesel estetiğine sahip olan bir eser. Filmi sözde/sahte belgesel (pseudo documentary) türünde gören yazarlar da var.

Fellini'nin klasik temalarından ya da yönetmenin ruh hâli yansımalarından biri olan büyük bir eğlence ve cümbüş sonrası çöken bir sessizlik ve yalnızlık sahnesi yine bu filmde de (filmin sonlarına doğru) mevcut. Fellini'nin bu sessizlik ve yalnızlık sahneleri her seferinde üzerimde etkili oluyor, sanırım bunun sebebi içerdiği büyük gerçeklik payı.

Filmde Fellini'nin kamerayı vinç(crane) üzerinde kullanmayı ne kadar sevdiğini yine görüyoruz. Filmin usta görüntü yönetmeni -Fellini'yle toplam sekiz filmde çalışmış olan- Giuseppe Rotunno. 

Danilo Donati'nin set ve kostüm çalışmalarıysa her zamanki gibi yine başarılı ve göz alıcı. Özellikle papa ve ruhban sınıfının izlediği defile sahnesi ve metro inşaatı sırasında keşfedilen Roma dönemine ait fresklerin havayla temas edip hızla bozulduğu sahneler akılda kalıcı.

Filmin müzikleri ise ünlü besteci Nino Rota'ya ait.

En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre'ye aday olan film törenden eli boş dönmüş. Ayrıca film İtalya tarafından Oscar'a aday gösterilse de finale kalamamış. Ancak Fellini Cannes'da Teknik Ödülü(günümüzde Vulcan Ödülü) almış(Laurent Coderre'yle paylaşarak).

Son olarak filmle ilgili David Forgacs'ın yazdığı şu İngilizce makale de hayli bilgilendirici.

Roma, Fellini'nin rehberliğinde izleyicisini farklı bir Roma turuna çıkartıyor.

İlgilisine...

NINOTCHKA - (1939)

NINOTCHKA

Ernst Lubitsch'in yönettiği bu komedi klasiğinin başrollerinde Greta Garbo ve Melvyn Douglas var.

Üç Sovyet yetkili -ekonomik açıdan zorlu günler geçiren ülkeleri için- Paris'e değerli mücevherler satmak üzere gönderilir. Ancak mücevherler devrimden Paris'e kaçan Büyük Düşes Swana'ya aittir. Düşes bunu haber alır ve mücevherlerine kavuşmak için sevgilisi Kont Leon'dan yardım ister. Leon(Douglas) üç Sovyet yetkilinin mücevherleri satmasını engeller ve onları ağına düşürür. Bunun üzerine Sovyetler yüksek disiplinli yoldaş Nina Yakushova'yı işleri düzeltmesi için Paris'e gönderir. Nina şehri gezerken Kont Leon'la tanışır. Birbirlerinin kim olduklarını bilmeyen ikilinin arasında bir aşk doğar ama gerçek ortaya çıkınca işler sarpa sarmaya başlar.

Filmin gerek öyküsüyle gerek diyaloglarıyla ustaca yazılmış olan senaryosunu büyük usta Billy Wilder, Charles Brackett ve Walter Reisch kaleme almışlar. Filmin öyküsü, çıkış noktası ise Melchior Lengyel'e ait.

Hikâye klasik zıtların çekimi ve çatışmasıyla başlıyor(Bolşevik-Kapitalist), çiftimiz aşık oluyor ve sonunda bir taraf ödün verip diğerine uyum sağlıyor. Ninotchka politik hicivle sarılı bir romantik komedi.

Film İkinci Dünya Şavaşı öncesi çekilip savaşın başlamasından bir ay sonra gösterime çıkmış. Tahmin edebileceğiniz gibi film Sovyetler Birliği'nde yasaklanmış. Hele filmin sonunda tüm ana Sovyet karakterlerin batıyı ve kapitalizmi seçmesinin bu yasaklama kararında büyük etkisi olsa gerek. Bu arada Amerika'nın 1941'de savaşa girmesiyle ve Sovyetler Birliği'yle müttefik olmasıyla birlikte Soğuk Savaş dönemine kadar Sovyetlere karşı böyle baskın bir eleştiri -hiciv de olsa- içeren pek Hollywood filmi yok sanırım.

Greta Garbo oynadığı birçok melodramdan sonra arayışında olduğu komediyi ve o komediyi yaratacak ekibi bulmuş. Garbo daha önce As You Desire (1932) adlı filmde başrolü paylaştığı Melvyn Douglas'la yine bir araya geliyor ve aralarında çok güzel bir uyum var (Ayrıca Garbo ve Douglas bu filmden sonra 1941'de Cukor'un Two-Faced Woman adlı filminde de birlikte başrolü paylaşmışlar). Büyük Düşes rolünde Ina Claire gayet başarılı. Filmin komedisine büyük katkıda bulunan Sig Ruman(Iranoff), Felix Bressart(Buljanoff) ve Alexander Granach(Kopalski)'ı da unutmayalım. Ha bir diğer unutulmaması gereken oyuncu da filmin sadece sonunda arz-ı endam eden Razinin karakterini canlandıran Bela Lugosi! Lugosi kısa ekran süresine rağmen varlığıyla ve karizmasıyla akıllarda kalıyor.

Film 1940'da En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo ve Orijinal Öykü dalında Oscar'a aday gösterilmiş.

Ninotchka, yönetmen Ernst Lubitsch'in dokunuşuyla, iyi yazılmış senaryosuyla ve de oyuncularının başarılı performanslarıyla sinema tarihinin klasikleri arasında yerini hakkıyla alıyor.

İlgilisine...

1 Ekim 2018 Pazartesi

THE EARRINGS OF MADAME DE... (Madame de...) - (1953)

THE EARRINGS OF MADAME DE... (Madame de...)

Max Ophüls'ün yönettiği bu romantik dramın başrollerinde Danielle Darrieux, Charles Boyer ve Vittorio De Sica var.

Filmin senaryosunu Louise de Vilmorin'in aynı adlı kısa romanından Marcel Achard, Max Ophüls ve Annette Wademant uyarlamış. Romanı okumadım ama yazılanlardan romana çok sadık kaldıklarını sanmıyorum.

19.yüzyıl, Paris... Soy adını bir türlü öğrenemediğimiz Madame Louise de... (Darrieux) general olan kocası Andre'nin(Boyer) evlenme hediyesi olarak verdiği küpeleri satar. Andre durumu öğrenir ve küpeleri yeniden satın alıp Konstantinopolis'e giden metresine verir. Metresi de kumar parası için küpeleri satar. Ve bir süre sonra İtalyan diplomat Baron Fabrizio Donati(De Sica) küpeleri satın alır ve Paris'e gelir. Paris'de Louise'i görüp aşık olur, Louise de Baron Donati'nin aşkına karşılık verir. Baron aşkının ifadesi olarak küpeleri 'ilk sahibesine' geri verir. Aralarındaki ilişkiyi öğrenen Andre bu duruma bir süre izin verir ama sonra işler değişir.

Danielle Darrieux ve Charles Boyer 17 yıl önce birlikte rol aldıkları Anatole Litvak'ın Mayerling filminden sonra yine bir araya geliyorlar. Tabii ikisi de daha tecrübeli ve bu tecrübelerinin yansımasıyla filmdeki rollerini başarıyla canlandırıyorlar. Özellikle de Charles Boyer... Ophüls'ün ise --DD için söylediklerine bakılırsa-- Darrieux'a büyük bir hayranlık beslediği ortada. Vittorio De Sica'ya gelince o da rolünün hakkını veriyor. Ophüls başta -kendisi gibi bir yönetmen olan- De Sica'yı yönetmekte çekinceli olsa da ikili kısa sürede anlaşıp, iyi iki dost olmuşlar ve işler sorunsuz gitmiş.

Ophüls hem oyuncuları hem kamerayı hareket hâlinde seviyor. Uzun takip ve şaryo çekimleri yeri geldiğinde vinç çekimleriyle birleşiyor, bir yandan da kusursuz panlar, tiltler... Ayrıca Ophüls kesmeden uzun sekanslar çekiyor. Bu tarz sekanslarda kameranın ve oyuncuların konumu, hareketlerin zamanlaması, netlik kusursuzca olmalı. Bu tür sahneler yaratmak iyi bir planlama, zaman ve ustalık gerektirir. Artık bu tarz mizansenler yaratabilen yönetmenler günümüzde çok az. Ancak filmin kamera çalışması bazı eleştirmenler tarafından biraz fazla bulunmuş ama ben onlara katılmıyorum. Filmi bir de sessiz olarak izlerseniz filmin harika kamera çalışmasını daha iyi analiz edebilirsiniz. Filmin sinematografı birçok klasik filmde çalışmış olan Christian Matras.

Ophüls başta tüm filmi aynalardan çekmeyi istese de yapımcılar bunu kabul etmemiş. Özellikle balo sahnesinde çok güzel bir ayna sahnesi var. Balo sahnesi demişken filmin sanat yönetimi ve kostümleri filme ve atmosferine çok şey katıyor. Filmin sanat yönetmeni Ophüls'ün birçok kez birlikte çalıştığı ve Ophüls'ün La ronde adlı filmindeki işiyle Oscar'a aday olmuş Jean d'Eaubonne. Filmin kostüm tasarımcıları ise Georges Annenkov ve Rosine Delamare. İkisi de bu filmdeki başarılı işleriyle Oscar'a aday olmuşlar.

Ophüls'ün en bilinen ve başyapıtlarından biri olan Madame de... trajik hikâyesi, oyuncularının başarılı performansları, Ophüls'ün yönetimi ve kamera çalışmasıyla sinema tarihinin unutulmaz filmlerinden biri.

İlgilisine...


THE EXECUTIONER (El Verdugo) - (1963)

THE EXECUTIONER (El Verdugo)

Luis Garcia Berlanga'nın yönettiği bu trajik kara komedinin başrollerinde Nino Manfredi, Emma Penella ve Jose Isbert var.

Filmin senaryosunun çıkış noktası Berlanga'nın bir avukat arkadaşının anlattığı hikâyeden etkilenerek aklına gelen bir imajla başlamış: Bir idam mahkumu idama götürülürken panikler, aynı zamanda infazı gerçekleştirecek görevli de panikler ve caymak ister. Bunun üzerine diğer görevliler ikisini de yatıştırmaya çalışırak onları idamın gerçekleştirileceği yere sürüklerler. Bu imajı doksan dakikalık bir filme çevirmek ise yönetmenin yaklaşık iki yılını alır. Ve senarist Rafael Azcona sonunda Berlanga'nın istediği senaryoyu yaratır.

Bir infaz sonrası cenaze levazımatçısı Jose Luis Rodriguez -istemeyerek de olsa- evine bıraktığı cellat Amadeo'nun kızı Carmen'le tanışır. Biri cenazeci olduğu için, diğeri ise cellatın kızı olduğu için hayatlarında sevgili edinemeyen ikilinin arasında bir ilişki başlar. Jose Almanya'ya gidip yeni bir iş bulmak istese de Carmen'in hamile kalmasıyla bu hayali iptal olur. Evlenirler, çocukları olur. Ardından devlet tarafından Amadeo'ya verilen daireye taşınırlarken evin onlarda kalması için Carmen'in bekar olması ya da damadın devlet görevlisi olması gerekmektedir. Jose evi kaybetmemek için Amadeo'nun baskısıyla cellat olarak işe başvurur. Ve günlerden bir gün göreve çağrılır...

Film bir İspanya-İtalya ortak yapımı olduğundan yapımcılar başrol için hem İtalya'da hem de İspanya'da tanınan bir oyuncu istemişler. Ve bu arzuları onları Nino Manfredi'ye götürmüş. Manfredi filmde başarılı bir performans sergilerken Jose Isbert de performansıyla adeta rol çalıyor.

Filmde yönetmen Berlanga karşı olduğu ölüm cezasını eleştirirken bir yandan da bireyin toplum ve devlet tarafından nasıl yapmak istemediği şeylere yönlendirilebileceğini gösteriyor. Alt metin olarak da toplumsal ve siyasi eleştirilerini mümkün mertebe(Franco rejiminden ötürü) filmine yansıtıyor.

Filmi, 4K çözünürlükteki kare-kare elde(manual) yapılmış restorasyonundan izleme fırsatım oldu, gerçekten çok başarılı bir restorasyon çalışması olmuş. Filmin sansürcüler tarafından kesilen kısımları özellikle de sahne ortasındaki kesmeler belli oluyor(kısa bir atlama oluyor), acı bir iz... Bunun dışında film sesli çekilmediğinden yapılan dublajda diyalog ve dudak uyumsuzluğu bir hayli fazla, bu da izlerken dikkatinizi dağıtabiliyor.

Venedikte'de Altın Aslan'a aday olan film törenden FIPRESCI Ödülü'nü alarak ayrılmış. Bu arada film İtalya'da gösterilirken filmin İspanya'da üstünde durulmayan alt metinlerini okuyan insanlar Franco rejimini ve ölüm cezasını protesto etmeye başlarlar(protestolara o dönem Franco rejiminin komünist lider Julian Grimau'yu idam cezasına çarptırmasının ve bu hususta uluslararası baskı altında olmasının da büyük katkısı var). Bunun üzerine Franco rejimi filmi İspanya'daki sinemalardan çektirir, Berlanga ağır bir şekilde eleştirilir ve bir süre(3-4 yıl) sinema filmi çekemez.

The Executioner alt metninde politik ve toplum eleştirisi barındıran ince bir kara mizah örneği.

İlgilisine...

1 Eylül 2018 Cumartesi

FANTASTIC PLANET (La planète sauvage) - (1973)

FANTASTIC PLANET (La planète sauvage)

Animasyon yönetmeni René Laloux ile sürreal ressam ve yazar Roland Topor bu animasyon klasiğinde yine bir araya gelmişler.

Daha önce birlikte çalıştıkları Les temps mort ve Les escargots(salyangozlar) gibi çok başarılı iki kısa animasyon filminde olduğu gibi bu filmde de Rene Laloux filmin yönetmenliğini üstlenirken Roland Topor çizim ve tasarımları üstlenmiş. İkili Fantastic Planet'in senaryosunu Stefan Wul'un romanından(Oms en série) birlikte uyarlamışlar.

Fantastik Gezegen'imizde Draag'lar mavi renkte, insanımsı canlılardır. Oms'lar ise insandır. Ancak Draaglar insanlardan çok daha büyüktür, öyle ki insanlar onların avuçlarının içine sığabilmektedir. Ayrıca Draaglar teknolojik açıdan da çok ileridirler ve gezegenin kontrolü onlardadır. Omslar ise Draaglar için birer hayvan gibidirler. Ve iki tür arasında bir iletişim yoktur. Bir gün -bir insanın küçük bir böcekle oynadığı gibi- kucağında bir bebek olan bir Oms ile oynayan Draag çocukları anneyi öldürür. Tiva adlı Draag küçük bebeği evcil hayvanı olarak alır ve ona Terr adını koyar. Terr büyüdüğünde sahibinden kaçar ve vahşi doğada yaşayan diğer Omslara(insanlara) katılır. Onlara Draaglar'dan çaldığı ve bir bilgi kaynağı olan tacı da getirir. Omslar bilgiyle yükselir ve Draaglara karşı savaşırlar. İki toplum zamanla birbirlerini anlayabilecek ve barışa ulaşabilecekler midir?

Topor'un kendine has mizacı ve mizahı filmin her yerinde hissediliyor. Politik tarafı daha baskın olan yönetmen Laloux'un katkılarıyla film toplum eleştirisinden soğuk savaşa kadar birçok farklı okumaya açık hale geliyor: Filmde insanın konumu Draaglara verilirken insanlar da hayvanların konumuna konuyor. Buna bir nevi insanmerkezciliği(antroposantrizm) eleştirisi olarak da bakılabilir. Ayrıca Draag-Oms çatışması elit, eğitimli üst sınıf ile eğitimsiz alt sınıf çatışmasının bir yansıması olarak da görülebilir. Nitekim Omslar bilgiyle yükselerek Draaglara denk olabildiler. Terr kaçıp diğer insanlara katıldığında ise insanın kendiyle ve diğer insanlarla olan ilişkileri, çatışmaları; öldürme, ölüm, eziyet etme, savaş ve hayatta kalma gibi birçok tema da gözler önüne seriliyor. Açıkçası filmin orijinal ismine sadık kalırsak 'Vahşi Gezegen' ismi gerçekten de filme daha uygun bir isim.

Bu arada Fantastik ya da Vahşi Gezegen dünyanın ta kendisi olabilir. Çünkü filmde insanlığın geçmişine ait "arkeolojik" kalıntılardan bahsedilen kısa bir bölüm var: tren rayları vs gibi. Bu da gezegenin -belki insanlığın atomik bombalarla medeniyetlerini yok edip yeniden başa döndüğünü ve bu sırada da dünya dışından gelen Draagların dünyanın kontrolünü ele geçirdiği düşünülebilir. Maalesef filmin uyarlandığı romanı henüz okuma fırsatım olmadı. O yüzden filmle kıyaslayıp, bu teorileri teyit edemiyorum.

Laloux'un ilk uzun metrajlı animasyonu olan film hem finansal hem animasyon imkanlarından dolayı Çekoslovakya ortalığında gerçekleştirilmiş ve zorluklarla beş yılda tamamlanabilmiş. Topor ise proje üzerinde sadece Fransa'dan çalışmış. Topor'un yaptığı dizaynlara Çek animatörler hayat vermişler. Bu arada Çek ekibin filmi daha "milli" kılabilmek için ekipteki "tek yabancı olan" Laloux'u yönetmen koltuğundan indirme girişimi bile olmuş. Ama Laloux koltuğunu korumuş. Daha sonra ise rejim değişikliği sonucunda Komünist yönetimden olası bir baskı görmemek için projeyi Paris'e taşımış.

Alain Goraguer'in bestelediği filmin müzikleri filmin hikayesini başarıyla desteklerken gezegenin tekinsizliğini, gariplik ve ilginçliklerini de içinde müzikal olarak barındırıyor ve filmle bütünleşiyor diyebilirim.

Film 1973'de Cannes'da Altın Palmiye'ye aday olmuş ancak törenden Özel Juri Ödülü'yle ayrılmış. Amerikan Film Akademisi'nin filmi görmezden gelmesi ise bence Akademi'nin yaptığı büyük hatalardan biri.

Fantastic Planet öyküsüyle, anlatımıyla, çizim ve tasarımlarıyla; ve de müziğiyle eşsiz ancak içinde yaşanılanların ise hayli tanıdık olduğu fantastik bir dünya yaratmış.

İlgilisine...

IT CAME FROM OUTER SPACE - (1953)

IT CAME FROM OUTER SPACE

Jack Arnold'un yönettiği bu kült bilimkurgu klasiğinin başrollerinde Richard Carlson, Barbara Rush ve Charles Drake var.

Ray Bradbury'nin romanından uyarlanan filmin tretmanını bizzat Ray Bradbury yazmış. Tretmanı senaryo hâline getiren ise Harry Essex. Filmdeki birçok şiirsel diyaloğun kaynağının Bradbury olduğu ise aşikâr.

Amatör gök bilimci John Putham(Carlson) ve nişanlısı Ellen(Rush) bir akşam birlikte gökyüzüne bakarlarken bir gök taşı çöle çarpar. John abisinin kullandığı helikopterle ve yanında da Ellen ile birlikte kratere herkesten önce ulaşır. John, abisini ve Ellen'ı geride bırakıp kraterin içine iner ve orada dünya dışı varlıklarla karşılaşır. Ancak düşen kayalar uzay gemisini kapatır ve kimse John'un anlattıklarına inanmaz. Kısa süre sonra kasabada garip olaylar meydana gelmeye başlar.

Oyunculuklar 50'li yıllara özgü olarak biraz tiyatral ancak Richard Carlson rolünü başarıyla canlandırıyor, Barbara Rush'da performansıyla o yıl Altın Küre'de En İyi Yeni(gelen) Oyuncu Ödülü'nü almış. Charles Drake'in şerif karakteri ise diğer karakterlere göre daha derinlikli ve canlandırıcısı da iyi bir performans sergiliyor.

Filmde dönemin Amerikan toplumuna ve psikolojisine dair birçok şey görüyoruz(o dönem üretilen birçok bilim kurgu, fantezi filminde olduğu gibi). 50'li yılların bilim kurgu, fantezi filmlerinde uçan daireler, dünya dışı varlıklar, radyasyon ve etkileri, atom bombası, medeniyetin atomik bir dünya savaşıyla yok olması gibi konular sıklıkla karşımıza çıkıyor -gerçi bunlar günümüzde de önemini koruyan ve hâlâ filmlere konu olan temalar. Ayrıca soğuk savaşın da büyük katkısıyla paranoya dönemin bilim kurgu ve fantezi filmlerinde en çok işlenen temaların başında geliyor. Hollywood'a dönem-dönem baktığınızda üretilen filmlerde film yapımcıları sıcak gündemi, yeni keşifleri, yeni teorileri, toplumun ilgi duyduğu şeyleri ve psikolojisini hep yansıtıyorlar. Kaçış filmi olsalar bile... (Türkiye'de ise üretilen ana akım film ve dizilerde maalesef bunu fazla göremiyoruz). Ve özellikle de bilim kurgu ve fantezi türündeki filmler sosyal okumalara açık olduklarından güzel bir analiz imkanı sağlıyorlar. Universe According to Universal adlı yapım belgeselinde bir konuğun dediği gibi -kelime kelime hatırlamıyorum ama sanırım şöyleydi: Bilim kurgular dünya dışına ve dünya dışı varlıklara bakarken aslında dünyayı ve insanları inceliyorlar.

Film Universal Stüdyosu'nun gösterime çıkan ilk 3-boyutlu filmi. Ben de filmi sonunda orijinal hâlinde 3-boyutlu olarak izleme fırsatına sahip oldum(3-boyutlu blu-ray baskısından). Jack Arnold kompozisyonlarıyla 3. boyutun getirdiği derinliği(z eksenini) başarıyla kullanıyor. Böylece hem izleyiciyi irkilten sahneler çekmiş (örneğin kraterde yukarıdan yuvarlanan taşlar, meteorun ekrana çarpması vs.) hem de derinliği kompozisyonun ve sahnenin dramatikliğini arttırmak için başarıyla kullanmış (örneğin Ellen'ın arkasından uzanan el, şerifin ön plandaki tabancasına uzanışı vs.). Bu sahneleri 2 boyutlu izlediğinizde üzerinizde tam olarak aynı etki uyanmıyor. Filmin hem aydınlatması hem de üç boyutlu sinematografisi çok başarılı. Filmin sinematografı -aynı zamanda özel efekt çekimlerinde de bir usta olan- Clifford Stine.

Ha, bir de dünya dışı varlığın gözünden bakış açısı(POV) çekimlerini de unutmayalım. Bradbury'nin yazdığı orijinal tretmanda dünya dışı varlıklar kendi gerçek hallerinde hiç görülmüyorlarmış. Ancak çekimlerden sonra/ya da çekimlerin sonuna doğru Universal Stüdyo yetkilileri böyle pahalı ve üç boyutlu bir filmde seyircinin dünya dışı canlıları görmeyi arzulayacağını düşündüklerinden film için hızla bir uzaylı yaratılmış. Hızla yapılmış ama gerçekten etkili ve akılda kalıcı bir tasarımı var. Aslında ona baktığınızda konsantre olduğunuz asıl şey: o tek kocaman göz. Monsters Inc. adlı animasyondaki yeşil Mike karakteri sanki bu filmden esinlenilmiş gibi(bunun için bir kanıtım/referansım yok, sadece izlerken aklıma geldi).

It Came From Outer Space hayal gücünüzü harekete geçiren, iyi yazılıp iyi yönetilmiş heyecan dolu bir bilim kurgu.

İlgilisine...

1 Ağustos 2018 Çarşamba

THERE'S ALWAYS TOMORROW - (1955)

THERE'S ALWAYS TOMORROW

Douglas Sirk'in yönettiği bu melodramın başrollerinde Barbara Stanwyck ve Fred MacMurray var.

Filmin senaryosunu Ursula Parrott'un aynı adlı romanından senarist ve oyun yazarı Bernard C. Schoenfeld uyarlamış.

Cliff Groves başarılı bir oyuncak üreticisidir ancak monoton özel hayatında ne karısı Marion'dan ne de çocuklarından ilgi görememektedir. Gün geçtikçe yalnızlaşan Cliff'in karşısına 20 yıl önce ayrıldığı ve onu hâlâ seven Norma Vale çıkar. Norma da iş hayatında başarılı ama özel hayatında yalnızdır. İkisi birbirlerinin yaralarına merhem olmaya başlarlar.

Fred MacMurray duygusal açıdan kapana kısılmış yalnız koca Cliff'i ustalıkla canlandırırken Stanwyck de başta kararlı ama sonrasında çelişkilere düşen Norma Vale karakterine başarıyla hayat veriyor. Ayrıca film ikilinin kariyerleri boyunca birlikte oynadıkları dört filmin sonuncusu. Bu filmlerden Wilder'ın klasik noir filmi Double Indemnity akla ilk geleni sanırım.

Joan Bennett rolünün gereği olarak sade bir oyunculuk sergilerken yardımcı oyunculardan da William Reynolds öne çıkan isim oluyor.

Filmin finalinde -50'li yılların Hollywood'unu göz önüne aldığınızda- Malle'in The Lovers filmindeki gibi bir sürprizi doğal olarak beklemiyorsunuz. Cliff'in ailesine döneceği baştan belli. Ancak yine de karakterlerin içinde bulundukları ruh durumları, çelişkileri ve oyuncuların performansları sonunda ne olacağını bilseniz de ilginizi ayakta tutuyor ve izleyiciyi etkiliyor.

Ancak Sirk'in orijinal finali son kurguda kalsaydı hayli etkili bir son olabileceğini düşünüyorum: Cliff pencereden dışarı gökyüzüne bakıp aşkı, mutluluğu, ve gençliğini temsil eden Norma'yı taşıyan uçağın gidişini izlerken masanın üzerindeki oyuncak robot kameraya doğru hareket ediyor (son kurgudaki gibi ekran kararmıyor) ve robot masadan düşüyor. Yerde yan yatmış oyuncak robot bir süre çırpınır ve ardından durur. Ekran kararır, Son. Sirk, otomatik ve bozuk robotun Cliff'i sembolize ettiğini ve bu sonun Cliff'in umutsuzluğunu vurguladığını belirtiyor (Link). Ancak Sirk depresif bulunan bu sonu bir parça umut veren yeni bir son çekerek, değiştirmiş. Cliff'in yine kafesinde kaldığı yeni bir mutlu 'mutsuz' son.

Ayrıca Sirk dışarıdan bir bakışla(Sirk savaş öncesi Almanya'dan Hollywood'a gelmiştir) 50'lilerin Amerikan aile idealinin mekanikliğini de filmin alt metninde eleştiriyor.

Sirk o dönem çektiği diğer melodramlarındaki gibi bu filmini renkli çekmemiş. Siyah-beyaz çekilme sebebini bilmiyorum ama filmi renkli hayal ettiğimde -hele diğer Sirk filmleri gibi canlı, satüre renklerle- siyah-beyaz kadar etkili olmayacağını düşündüm. Sirk'in mizansenleri ve kompozisyonları özenli, kamera da yine Sirk'in sevdiği gibi hareketli. Filmin sinematografı usta isimlerden Russell Metty.

There's Always Tomorrow Douglas Sirk'in yönetimi ve oyuncularının performanslarıyla başarılı bir melodram.

İlgilisine...

ONE MILLION YEARS B.C. - (1966)

ONE MILLION YEARS B.C.

Don Chaffey'in Hammer stüdyosu için yönettiği bu bol aksiyonlu macera filminin başrollerinde Raquel Welch ve John Richardson var.

Tumak ve kardeşi Sakana, babalarının yönettiği vahşi kabilelerinde, aralarında güç mücadelesi vermektedirler. Aynı zamanda babalarının otoritesine karşı da mücadele içindedirler. Bir gece Tumak yemekten ötürü babasıyla kavga eder ve kaybeder. Kabilesinden sürülür. Sürgünde daha önce hayatta kalmak ve avlanmaktan ötürü yapmadığı şeyi: etrafındaki dünyayı keşfetmeye başlar. Ölmek üzereyken Loana'nın üyesi olduğu 'medeni' bir kabile onun hayatını kurtarır ve ona medeniyet öğretirler. Ama Tumak orada da bela çıkarır ve oradan da sürülür. Loana ise aşık olduğu Tumak'ı yalnız bırakmaz ve onun peşine takılır. Birlikte tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukta olanlar onları Tumak'ın kabilesine geri götürecektir.

Film, 1940 yapımı Hal Roach ve oğlunun yönettiği aynı isimli filmin yeniden yapımı. Maalesef orijinal 1940 yapımı filmi izleme şansım henüz olmadı.

Filmin senaryosunu Brian Clemens yazmış ancak filmde (karakterlerin isimlerini söyledikleri ve de söylenen birkaç ifade dışında) diyalog yok. Tam bir saf sinema yapma imkanı ve yönetmen Don Chaffey kanımca bu hususta, görsellerle hikâye anlatmakta gayet iyi bir iş çıkarmış.

Filmin etkileyici görsel efektlerinin yaratıcısı ise büyük usta Ray Harryhausen. Harryhausen stop motion sahnelerde gerçekten ustalığını konuşturuyor. Özellkle oyuncular ve stop motion kuklalarının aynı karede olduğu sahnelerdeki iki taraf arasındaki etkileşimin yaratımı çok başarılı. Harryhausen'in ustalığı sadece stop motion tekniğinde ustalaşmış olmasından değil kuklalara kazandırdığı karakter ve onlarla gerçekte aynı sahneyi paylaşmayan oyuncularla yarattığı başarılı etkileşimden de geliyor. Elbette bunda oyuncuları yöneten yönetmenin ve kurgunun da katkısı büyük.

Filmin dış mekanları Kanarya Adaları'nda çekilmiş. Bu muhteşem mekânlar filme gerçekten bir karakter ve otantiklik katmış.

Filmin müziklerini de atlamayayım. Filmin bestecisi Mario Nascimbene bestelerine yarattığı ses efektlerini de karıştırarak enteresan ve filmle bütünleşen bir soundtrack'e imza atmış. Şu an aklıma gelen müzik ve ses efektlerini karıştıran bir diğer güzel soundtrack ise Dario Marianelli'nin Atonement soundtrack'i.

Hammer stüdyosu Welch'in oynadığı Loana karakterini önce Ursula Andress'e teklif etmiş ancak Andress başka projeleri olduğundan ötürü rolü kabul etmemiş ve rol Welch'e kalmış. Bu Welch'in işine yaramış ve film onu daha da popülerleştirmiş. Filmde giydiği kürk bikiniyle çekildiği prodüksiyon fotoğrafı tabloid gazetelerde yer alınca hem kendi popülerliği hem de gösterime girecek olan filmine ilgi artmış. Bu fotoğraf o kadar ilgi çekip popüler olmuş ki Harryhausen'in hazırladığı filmin posteri değiştirilip postere bu fotoğraftaki Welch'in imgesi konup günümüzde artık kültleşmiş olan filmin posteri elde edilmiş.

Tarihi açıdan bir doğruluk aramadan tarih öncesi dönemlerde fantastik ve tehlikelerle dolu bir maceraya çıkmak isterseniz One Million Years B.C. size bunu sunabilir.

İlgilisine...

COVER GIRL - (1944)

COVER GIRL

Charles Vidor'un yönettiği bu klasikleşmiş müzikalin başrollerinde Rita Hayworth ve Gene Kelly var.

Rusty Parker (Hayworth) Danny McGuire(Kelly)'ın işlettiği bir gece klübünde dansçıdır. Aynı zamanda ikisi birbirine de aşıktır. Rusty'nin ünlü bir derginin kapağında yeni bir yüze yer vermek için düzenlediği seçmelere katılmasıyla ve kapak kızı seçilmesiyle hayatlar ve ilişkiler hızla değişmeye başlar.

Hayworth ve Kelly'nin yanı sıra filmin yardımcı oyuncuları da gayet başarılı oyunculuklar sergiliyorlar ve özenle seçilmişler. Özellikle, Genius rolündeki Phil Silvers ve Coudair rolündeki Otto Kruger öne çıkan isimler.

Hollywood müzikallerinin usta isimlerinden Jerome Kern'ün müzikleri ve Ira Gershwin sözleriyle film birçok başarılı şarkıya sahip. Bunların arasından öne çıkan şarkı -En İyi Şarkı Oscar'ına aday olan - Long Ago and Far Away oluyor.

Bu arada filmin kendi besteleri de gayet başarılı. Besteciler, Carmen Dragon ve Morris Stoloff çalışmalarıyla En İyi Müzik Oscar'ını almışlar.

Filmin yönetmeni Charles Vidor olsa da filmin yapımcısı olan Columbia stüdyosu filmin neredeyse tüm kontrolünü Gene Kelly'e vermiş. Gene Kelly de bu fırsatı gayet iyi değerlendirmiş. Kelly'nin hep dans koreografilerini sinematikleştirmede usta olduğunu düşünmüşümdür. Bu filmdeki buna en güzel örnek ise Gene Kelly'nin ikinci kişiliğiyle(alter egosuyla) yaptığı dans. Sahne gerek teknik açıdan gerek koreografik açıdan çok başarılı ve akılda kalıcı.



Film En İyi Müzik Oscar'ını almasının yanı sıra Şarkı, Görüntü yönetmeni, Sanat Yönetimi ve Ses dallarında da Akademi ödülüne aday gösterilmiş.

Cover Girl şarkıları, müziği, dansları ve başarılı performanslarıyla zevkle izlenen bir müzikal.

İlgilisine...

1 Temmuz 2018 Pazar

ONLY ANGELS HAVE WINGS - (1939)

ONLY ANGELS HAVE WINGS

Howard Hawks'ın yönettiği havacılığın binbir tehlikesiyle şekillenen bu dramatik macera filminin başrollerinde Cary Grant ve Jean Arthur var.

Hawks ve Grant günümüzde bir klasik olmuş ama gösterime çıktığı yıl gişede büyük bir hüsrana uğrayan Bring It Up Baby'den hemen sonra bu filmde yine bir araya geliyorlar. 

Hawks ticari açıdan başarılı bir filme ihtiyaç duyduğundan kendisinin de büyük ilgi duyduğu (ki pilotluk yapmış) havacılık filmlerine yönelmiş. Çünkü o dönem havacılık gelişmekte ve halk bu konuya büyük bir ilgi göstermekteymiş. Nitekim o dönem havacılığı ve pilotları merkezine alan birçok film yapılmış. Örneğin, yine Hawks'ın The Dawn Petrol, Ceiling Zero ya da en ünlülerinden Howard Hughes'un Hell's Angels gibi.

Filmin senaryosunu Howard Hawks'ın öyküsünden Jules Furthman yazmış.

Barranca'ya demir atan yolcu gemisinden etrafı gezmek için inen Bonnie Lee iki Amerikan pilotla karşılaşır ve onların çalıştıkları Barranca Havayolları'na yolu düşer. Orada yöneticileri olan gözü pek pilot Geoff'la tanışır ve Geoff'un tüm katılığına ve maçoluğuna rağmen ona kısa sürede aşık olur. Bonnie gemisine binmez ve bu pilot grubuyla kalmaya başlar.

Cary Grant katı ve maço Geoff karakterini başarıyla canlandırırken film ilerledikçe karaktere ince bir hassasiyet katıyor - ki final sahnesinde bu açıkça görünüyor-. Jean Arthur ise Hawks'ın klasik güçlü, lafını esirgemeyen kadın karakterlerinden biri olan Bonnie Lee'yi oynuyor.

Yardımcı rollerde Thomas Mitchell (Kid) ve Richard Barthelmess(Bat) öne çıkan oyuncular. Ayrıca Dutch rolündeki Sig Ruman'ı ve henüz yıldız mertebesine ulaşmamış olan 21 yaşındaki Rita Hayworth'u da unutmayalım.

Yönetmen Howard Hawks gerilim ve atmosfer yaratmada başarılı olduğu kadar erkeklerden oluşan grupları ve onların aralarındaki bağları yansıtmada da gayet usta. Ayrıca havacılık geçmişinde edindiği tecrübe ve bilgileri de filmin detaylarına ekleyerek filmi daha gerçekçi ve zengin kılmış.

Bu arada uçakta nitrogliserin taşındığı sahneyi izleyince Wages of Fear'ı hatırlayıp onun uçakta geçen bir yeniden yapımını hayal etmediğimi söyleyemem:)

Filmin aydınlatması Hawks'ın istediği atmosferi başarıyla veriyor. Filmde birçok gece sahnesi var ve gölgelerin kullanımı/yaratımı başarılı ve dramatik açıdan etkili. Ayrıca gündüz uçuşundaki uçağın -dağların/tepelerin üzerinden geçerken- havadan görüntülendiği sahnedeki çekim hâlâ etkili ve güzel. Filmin görüntü yönetmeni Joseph Walker.

Filmin minyatür olarak çekilmiş gece uçuşu ve uçak kazası sahneleri de çok başarılı. Ayrıca uçağın hasta almak için tepeye indiği sahnedeki tehlike hissini arttırmak için düzlüğün sonuna yamaç resmi (matte painting) eklenerek yapılan matte çekim de çok başarılı; öyle ki dikkatli bakmazsanız farketmeyebilirsiniz bile. Filmin Oscar'a aday olan görsel efekt çekimlerinin sahibi Roy Davidson. Ayrıca filmin ses efektleri de gayet başarılı ve En İyi Efektler dalında(o yıllarda görsel ve ses efektleri ödülü tek ödül) sesçi Edwin C. Hahn Akademi Ödülüne aday gösterilmiş.

İlgilisine...

THE FLIGHT OF THE PHOENIX - (1965)

THE FLIGHT OF THE PHOENIX

Robert Aldrich'in yönettiği bu heyecanlı hayatta kalma(survival) filminin başrollerinde James Stewart, Richard Attenborough ve Hardy Krüger var.

Pilot Frank Towns motor arızası sonucu Sahra çölüne acil iniş yapar. Kazadan kurtulan bir düzine adamın yiyecek olarak bolca hurmaları olsa da suları sınırlıdır. Hayatta kalmak ve kurtulmak için aralarında bulunan bir "uçak tasarımcısı" ortaya sıra dışı bir fikir atar.

Filmin senaryosunu Elleston Trevor'un aynı adlı romanından Lukas Heller uyarlamış. Karakterlerin hepsi incelikle karakterize edilmişler(egoları, kusurları, zayıflıkları ve zamanla bozulan akıl sağlıkları vs.) ve hepsi de akılda kalıcılar. Tabii bunda oyuncuların başarılı performanslarının da büyük katkısı var.

Filmin hemen hemen tüm oyuncuları yetenekli ve tanınmış oyunculardan oluşuyor: Ernest Borgnine, Peter Finch, George Kennedy, Christian Marquand, Ronald Fraser, Ian Bannen gibi...

Filmde görünen tek kadın ise çölde Ronald Fraser'ın karakterinin gördüğü seraptaki dansöz. Bu sahne hem karakterin durumunu/hissiyatını yansıtmak hem de testosteronu yüksek olan bu filme bir kadın eli değdirerek jeneriğe ve postere bir kadını koyabilmek olsa gerek.

Robert Aldrich yine tematik olarak bir grup erkeği bir araya getiriyor ve onlar bir soruna çözüm ararlarken ya da bir görevi tamamlamaya çalışırlarken onların aralarındaki bağları ve çatışmaları ortaya koyuyor. Özellikle bir sonraki filmi olan The Dirty Dozen bu anlamda yönetmenin akla gelen ilk filmlerinden biri.

Film gösterime çıktığında eleştirmenlerden karışık eleştiriler almış ve gişede de pek başarılı olamamış. Ancak yine de En İyi Yardımcı Oyuncu(Ian Bannen) dalında ve En İyi Kurgu(Michael Luciano) dalında Oscar'a aday gösterilmiş. Yıllar içinde ise film sinemaseverler tarafından kült statüsüne taşınmış.

The Flight of the Phoenix çok iyi karakter dinamiklerine sahip senaryosuyla iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış bir macera, bir hayatta kalma mücadelesi filmi.

İlgilisine...

1 Haziran 2018 Cuma

3 WOMEN - (1977)

3 WOMEN

Robert Altman'ın yazıp yönettiği bu gerçeklerle rüyaların birbirine karıştığı gizemli filmin başrollerinde Shelley Duvall, Sissy Spacek ve Janice Rule var.

Texas'tan California'ya yeni gelen Pinky(Spacek) yaşlılara hizmet veren bir spa merkezinde iş bulmuştur. İş yerinde tanıştığı Millie'ye(Duvall) karşı takıntılı bir hayranlık beslemeye başlar. İkili kısa süre sonra oda arkadaşı olurlar. Ancak zamanla aralarında ilişki gerginleşmeye başlar. Bardağı taşıran son damla ise Millie'nin ressam ve bar sahibesi olan Willie'nin(Rule) kocası Edgar ile ilişkiye girmesi olur. Pinky intihar girişiminde bulunur ama kurtulur. Ancak komadan çıktıktan sonra bambaşka bir kadın olmuştur.

Shelley Duvall tüketim toplumunun şekillendirdiği Millie karakterini aşırıya kaçmadan incelikle, kendine has bir biçimde oynarken Sissy Spacek de naif ve takıntılı Pinky rolünden özgüveni yüksek -bir nevi Millie'nin başarılı bir versiyonu olan- yeni karakterine ustalıkla geçiyor. Janice Rule ise filmdeki diyalogları ve ekran süresi az da olsa karakterinin gizemini başarıyla perdeye yansıtıyor.

Filmin hikâyesini Robert Altman hastanede yatan eşinin yanından eve gelip, uyuduğunda gördüğü bir rüyadan esinlenerek şekillendirmiş. Ayrıca hem hikâyesiyle hem anlatımıyla Ingmar Bergman'a ve onun başyapıtlarından biri olan Persona'ya açıkça atıfta bulunmuş (ki Bergman'ın Persona için çıkış noktası da hastanede gördüğü bir rüyasıydı).

Film ilerledikçe rüyalar, hayaller ve gerçekler birbirine karışmaya başlıyor. Filmin sonu ise bir hayli enteresan. Açıkça filmin sonunda da Altman, Bergman'ın inandığı paralel evrenlere bir referans yapıyor gibi görünüyor, ama emin değilim. Zaten kendisine de sorulduğunda o da filmin sonunun manasından pek emin olmadığını belirtmiş. Herkesin teorisi ve yorumu kendine...

Filmde tekrarlanan görsellere değinirsek: Willie'nin sürekli havuza ya da zemine işlediği resimde üç dişi(biri hamile) ve bir de dominant erkek figürü var. Buradaki erkek figürünün muhtemelen bu üç kadına da ilgi gösteren Edgar'ı temsil etmesi mümkün. Filmin sonunda Edgar'ın öldüğünü öğrenirken(ancak nasıl olduğunu öğrenemiyoruz) üç kadının da karakterleri/rolleri değişmiş olarak birlikte yaşadıklarını görüyoruz.

Ayrıca filmde ikilik ve dönüşüm görsel olarak sürekli vurgulanıyor. Kamera önünde sürekli hareket eden ama birbirine karışmayan iki sıvı, Pinky'nin odasından bahçedeki Willie'yi akvaryum içinden izlemesi(ki hem su ve hava kamera önündeki iki sıvı gibi görünüyor hem de Willie yine havuzun içindeymiş görünüyor) ve camlarda oluşan ikili yansımalar gibi...

Filmin kamera çalışması sade, aydınlatması gayet doğal ve kompozisyonları çok başarılı. Altman her zamanki gibi zoom lensleri bu filminde de sıklıkla kullanmış. Filmin görüntü yönetmeni Charles Rosher Jr.

Film Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü(Shelley Duvall) kazanırken Altın Palmiye'ye de aday gösterilmiş.

3 Women Robert Altman'ın yönetimiyle, yarattığı tekinsiz rüya atmosferiyle ve başarılı oyuncularıyla insan psikolojisini analiz eden gizemli bir yapıt.

İlgilisine...

CORIOLANUS - (2011)

CORIOLANUS

Ralph Fiennes'ın hem yönettiğ hem de başrolünde oynadığı bu William Shakespeare uyarlamasının diğer önemli rollerinde Gerard Butler, Vanessa Redgrave, Brian Cox, Jessica Chastain, James Nesbitt ve Paul Jesson var.

John Logan'ın uyarladığı filmin senaryosu yakın geçmişte 1990'lı yılların ortasında geçiyor ve coğrafya olarak da kendine Doğu Avrupa'yı seçmiş.

Roma'lı komutan Caius Martius kibirli ama cesur bir askerdir. Sınır anlaşmazlıklarından ötürü Roma ve Volski çatışma içindedir. Martius Corio'yu ele geçirince Konsey ona Coriolanus ismini verir ve ailesi onun Konsül olmasını isterler. Ancak Coriolanus politikayı sevmemekte ve halkı da küçümsemektedir. Onun konsül olmasını istemeyen tribünler halkı ona karşı kışkırtırlar ve Coriolanus'u sürgüne gönderirler. Bunun üzerine Coriolanus Volskilere katılıp Roma halkından intikam almaya karar verir.

Coriolanus, çok iyi bir oyun olsa da, sinemaya sık aktarılan Shakespeare uyarlamalarından biri değil. Belki bunda anti-demokratik ve bir halk eleştirisi olarak da okunabilmesinin bir etkisi olabilir. Ayrıca militarizm ve milliyetçilik de bu Roma dönemi hikâyesinde önemli yer tutuyor. Ancak Fiennes'ın filmde yaptığı gibi militarizmin sonuçları gösterildiğinde hikâye kolaylıkla bir militarizm eleştirisine dönebiliyor. Shakespeare'in çok işlediği yozlaşma ve çıkar peşinde koşma temalarının yanı sıra filmin önemli temalarından biri de fikirde değişkenlik: Halk, Coriolanus hakkında kısa sürede birçok kez fikir değiştiriyor, Coriolanus'u sürgüne gönderen Tribünler çıkarları için fikir değiştirip onu yatıştırma yolları arıyorlar, azılı düşmanı Aufidius ona kucak açarken sonunda konumunu korumak için yine Coriolanus'un düşmanı oluyor. Hatta Coriolanus Roma'dan sürülünce intikam için Volsci'lerin tarafına geçiyor ve sonrasında annesinin çabalarıyla ikna olup Roma'nın çıkarına bir barış anlaşmasına imza atıyor. Ama Coriolanus bunları ya kibri ve öfkesinden yapıyor ya da annesine bağlılığından kaynaklanıyor. Diğer herkes ise kendi ya da politik çıkarları için ödün verip, söylediklerini yalayabilirken Coriolanus bu politik oyunların dünyasına uyum sağlayamıyor. Aufidius'un ondan bahsederken dediği gibi 'kişiliği gereği birden fazla kimliğe bürünemeyen biri' o. Bir de buna kusurları olan gururu, öfkesi ve sabit fikirliliği de eklenince tüm bunlar onu trajik sonuna hızla sürüklüyor.

Filmin görüntü yönetmeni Barry Ackroyd The Hurt Locker ve yönetmen Paul Greengrass'la çektiği filmlerde kullandığı belgesel tarzı görselliği bu filme de taşıyor. Fiennes filmi dijital olarak değil de film üzerine çekmek istemiş. Ancak bütçenin kısıtlı olmasından ötürü bunu 2-perf Super 35mm sistemde(Leone'nin çektiği birçok Western filminde yaptığı gibi) çekerek elde etmişler. Çünkü bu sistemle harcanan film neredeyse yarı-yarı azalıyor; tabii filmin çerçevesi 2.40:1 olmalı. Dezavantaj olarak ise grain(kumlanma) artıyor ama bu filmimizin hikâyesine uygun bir atmosfer yaratıyor.

Ralph Fiennes filminde sesi de dramatik açıdan güzel bir şekilde kullanıyor. Mesela, Coriolanus konseyin kendi hakkında konuştuklarını koridorda dinlerken temizlik görevlisinin arabasının tekerleklerinin çıkardığı seslerin onun ruh durumunu yansıtan atmosferik bir sese dönüşmesi ve en etkilisi ise finalde Coriolanus ölürken ortam sesi hariç tüm seslerin susması gibi.

Ralph Fiennes yönettiği bu ilk filminde kanımca gayet başarılı bir iş çıkarmış. Coriolanus gerek anlatımı gerek hikâyesi ve oyuncularının performanslarıyla başarılı bir Shakespeare uyarlaması olmuş.

İlgilisine...

THEY LIVE BY NIGHT - (1948)

THEY LIVE BY NIGHT

Nicholas Ray'in yönettiği ilk film olan bu noir filmin başrollerinde Farley Granger ve Cathy O'Donnell var.

T-Dub ve Chickamaw hapisten kaçarken hapse küçük yaşta girmiş, dünyayı çok tanımayan Bowie'yi de yanlarına alırlar. Bowie'nin hapse suçsuz yere girdiğini kanıtlamak için iyi bir avukata ihtiyacı vardır ve istediği avukat da çok para istemektedir. Bunun üzerine Bowie arkadaşlarının yaptığı banka soygunlarında keşifçi ve şoför olarak görev yapar. Bir soygun sonrasında Bowie sakatlanır. Bunun üzerine bir gaz istasyonu işleten arkadaşlarının yanına giderler. Bowie ve orada onunla ilgilenen Keechie arasında bir aşk başlar.

Filmin senaryosunu Edward Anderson'ın Thieves Like Us(Bizim gibi Hırsızlar) adlı romanından Charles Schnee ve Nicholas Ray uyarlamış. Ray'in romanı seçmesindeki etkenler arasında romanın Büyük Buhran zamanını yansıtışı da var. Filmde birçok karakterin para için çırpınışı izliyoruz: Banka soyguncularından, evlendirme hizmeti veren Hawkins'e, ev kiracılarından şarkıcıya kadar...

Romanı uyarlamayı bir tutku hâline getiren Ray daha önce hiç film yönetmemiş olmasına rağmen roman için yazdığı birçok tretmanın ardından filmin yapımcısı John Houseman'ın güvenini kazanmış ve ünlü yapımcı Ray'i filmin yönetmeni olarak düşünmeye başlamış. Ancak filmin RKO açısından pek kârlı bir proje olmayacağı düşünülse de RKO'nun prodüksiyon şefi Dore Schary'nin verdiği onayla filmin yapımına başlanmış.

Filmin hayli enerjik bir açılışı var. Ray o zaman için filmlerde kullanımı pek yaygın olmayan helikopterle çekim yapmış. Dinamik bir şekilde banka soygununun ardından kaçan soyguncuların arabasını kamerasıyla takip ediyor. Ayrıca oyuncu yönetimindeki başarısının yanı sıra ses kullanımında da zamanına göre yenilikler denemiş.

Ray filmin merkezine toplum tarafından anlaşılmamış, dışlanmış/dışında kalmayı tercih etmiş gençleri koyuyor(ileride bunu büyük başarıyla yansıtacağı Rebel Without a Cause(Asi Gençlik)'ın adeta sinyallerini veriyor diyebilirim). Ayrıca Ray bu suç-noir filminde kendine has o romantizmi de öne çıkarıyor. Ancak daha filmin başındaki intro'dan Bowie ve Keechie'nin mutlu sona ulaşamayacağını hissediyoruz.

Farley Granger ve Cathy O'Donnell filmde gayet iyi oyunculuklar sergiliyorlar ve aralarında güzel bir kimya var. Bunu başkaları da görmüş olacak ki 1949'da Anthony Mann'ın yönettiği yine bir suç-noir filmi olan Side Street'de yine bir araya gelmişler.

Filmin yardımcı oyuncuları da başarılı ve hafızalarda yer eden oyunculuklar sergiliyorlar. Bowie'nin suç ortaklarını canlandıran Howard Da Silva, Jay C. Flippen ve özellikle de kocasını hapisten çıkarmak için çabalayan Mattie'yi canlandıran Helen Craig öne çıkan isimlerden oluyor.

Film 1947 yılında çekilse de RKO stüdyosunun ünlü iş adamı Howard Hughes tarafından satın alınmasının ardından Hughes'un filmi pek beğenmemesinden ötürü filmin gösterimi iki yıl kadar ertelenmiş. Farley Granger'ın anlattığına göre film önce Londra'da gösterime girmiş ve orada iyi eleştiriler alıp ticari başarı gösterince stüdyo ikna olup filmi Amerika'da gösterime sokmuş. Film Amerika'da gişede çok başarılı olamasa da genelde olumlu eleştiriler almış.

Ayrıca film rafta kaldığı iki yıl içinde Hollywood içinde çeşitli yapımcılar tarafından izlenmiş ve anlatılanlara göre Ray'in yönetimini beğenen Humphrey Bogart başrolünü oynadığı bağımsız film Knock on Any Door'u yönetmesi için Ray'i seçmiş (ardından da ikilinin yine birlikte çalıştığı bir klasik olan In a Lonely Place geliyor), Hitchcock da Farley Granger'ı bu filmde görüp beğenip Rope filmindeki Phillip karakteri için seçmiş.

They Live by Night, Nicholas Ray'in duyarlı ve tutkulu yönetimiyle, oyuncularının başarılı performanslarıyla ve de olay örgüsüyle başarılı bir suç-noir filmi.

İlgilisine...

1 Mayıs 2018 Salı

BRINGING UP BABY - (1938)

BRINGING UP BABY

Howard Hawks'ın yönettiği bu screwball komedi başyapıtının başrollerinde Katharine Hepburn ve Cary Grant var.

Evlenmesine bir gün kaldığı gibi dört yıldır tamamlamaya uğraştığı dinozor iskeletini de bitirmeye sadece bir kemik kalan fosil bilimci David Huxley(Grant) müzesine bir milyon dolar bağış yapmayı planlayan Mrs. Random'un avukatıyla golf oynamaya gider. Ancak golf sahasında karşılaştığı Susan Vance(Hepburn) ona hayatı dar etmeye başlar. Hele Susan'ın sahip olduğu Baby adlı leoparla ilgili olaylar onları birbirinden çılgınca durumlara düşürecektir.

Filmin senaryosu Hagar Wilde'ın aynı isimli kısa öyküsünden yine Hagar Wilde ve Dudley Nichols tarafından uyarlanmış. Filmin senaryosu screwball komedinin direği olan zekice yazılmış diyaloglarıyla, yanlış anlaşılmalara yol açan özenli kelime oyunlarıyla ustaca kaleme alınmış. Bir de bunların üzerine durum komedisi ve slapstick komedi de eklenince filmde gülmemek imkansız olmuş.

Daha önce George Cukor'un Sylvia Scarlett adlı filminde birlikte oynayan Cary Grant ve Katharine Hepburn bu filmde harika bir uyum tutturmuşlar. Öyle ki bu filmden sonra iki filmde daha birlikte rol almışlar. Bu arada Grant karakteri için ünlü komedyen Harold Lloyd'u referans almış.

Howard Hawks filmde ağırlıklı olarak Boy(LS), diz üstü(MLS) ve bel üstü (Medium) planları kullanmayı tercih etmiş. Yakın Çekim planları ise sadece bir şeyleri vurgulamak için nadiren kullanıyor. Filmdeki leoparın tehlike yaratabileceği sahnelerde(-ki bazen ciddi yaralanmaların eşiğinden dönmüşler) rear projection ve split screen yöntemleri kullanılmış. Filmin görüntü yönetmeni usta isimlerden Russell Metty.

Film günümüzde klasik statüsünde olmasına rağmen gösterime çıktığında iyi eleştiriler alsa da gişede başarısız olmuş. Hatta bu durum yüzünden Hawks'ın gelecek film projesi iptal olup RKO'dan kovulurken, daha önceki birkaç filmi gişede başarısız olan Katharine Hepburn'a da "box-office poison" (gişe zehri) lakabı takılmış.

Son olarak filmin 1.Bölge DVD'sinde yönetmen Peter Bogdanovich'in film ve dönem hakkında bilgiler verdiği ve Howad Hawks'la olan anılarını anlattığı güzel bir sesli yorumlar seçeneği var.

Bringing Up Baby Howard Hawks'ın başarılı yönetimiyle, harika diyaloglara sahip iyi yazılmış senaryosuyla ve elbette Katharine Hepburn ve Cary Grant'ın başarılı oyunculuklarıyla sinema tarihinin unutulmaz komedi klasiklerinin arasında yerini hakkıyla almış.

İlgilisine...

RICHARD III - (1995)

RICHARD III

Richard Loncraine'in yönettiği bu sinematik ve serbest Shakespeare uyarlamasının başrolünde Ian McKellen var.

Kısaca filmin konusuna değinirsek: Richard kral olan abisi ölünce tahtın yasal vasileri olan küçük yeğenleri büyüyünceye kadar Koruyucu Vekil olarak ülkeyi yönetmeye başlar. Bin bir komplo, cinayet ve demagojiyle önündeki tüm engelleri teker teker aşar ve tahta oturur. Kısa süre sonraysa Richmond ona isyan bayrağı açar...

Ian McKellen filmi uyarlamayı sahnede Richard Eyre'ın yönetiminde III. Richard'ı oynarken düşünmeye başlamış ve hikâyeyi 1940'lı yıllara uyarlayarak filmin senaryosunu yazmış. Richard'ın yükselişini Hitler'e ve nazilerin yükselişine yansıtmış. Tabii iki saatlik bir film yapınca bazı sahneler çıkartılmış(Branagh'ın Hamlet'i gibi tam metin bir uyarlama değil; Ki zaten -doğal olarak- sinemaya tam metin olarak uyarlanan çok az Shakespeare uyarlaması mevcut), mekan ve karakterlerde değişikliklere gidilmiş ve bazı eski İngilizce kelimeler de güncellenmiş. Yönetmen Loncraine'in senaryoya sinematik katkılarıyla da senaryo tamamlanmış. Filmin senaryosunu Ian McKellen'ın bir hâyli detaylı notlarıyla İnternette ve filmin BFI'dan çıkan Blu-ray baskısında bulabilirsiniz.

Ian McKellen tecrübesi ve ustalığıyla III. Richard rolüyle bütünleşmiş olarak filmde döktürüyor, çok bir şey söylemeye lüzum yok.

Filmin çok zengin ve usta oyunculardan oluşan bir yardımcı oyuncu kadrosu var(birçok Shakespeare uyarlamasında olduğu gibi). Jim Broadbent, Buckingham rolünde en az McKellen kadar başarılı. Annette Benign Kraliçe rolünde iyi bir iş çıkarıyor, Robert Downey Jr. de rolünde iyi ama yine kendini oynuyor. Bu iki Amerikalı oyuncunun seçiminde filmin Amerika'da "satılabilir" hâle gelmesini sağlamak ve Amerika'dan filme finans sağlayabilmenin etkisi var tabii. Ama iyi ki de oynamışlar ve isimlerinin etkisiyle filmin çekilebilmesini sağlamışlar. Usta oyuncular Maggie Smith, John Wood, Nigel Hawthorne, Donald Sumpter ve daha niceleriyse kısa ekran sürelerine rağmen etkili ve akılda kalıcı oyunculuklar sergiliyorlar. Bu arada Ann rolündeki Kristen Scott Thomas'ı da unutmayalım, filmin öne çıkan oyunculardan biri, özellikle morg sahnesinde...

Oyunun uzunluğu ve karakterlerinin derinliğine karşın filmin süresi biraz kısa kalmış gibi; film biraz sıkıştırılıp paketlenmiş hissi verebiliyor. Önceden oyunu izlemiş ya da/ve okumuş olmak uyarlamanın sinematik tarafına yoğunlaşmanızı kolaylaştırabilir.

Film düşük bütçesine rağmen bir hayli yaratıcı bir prodüksiyon dizaynına ve kostüm çalışmasına sahip. Filmin prodüksiyon tasarımcısı Tony Burrough, kostüm tasarımcısı ise Shuna Harwood. İkisi de filmde ortaya koydukları işle Oscar'a aday olmuşlar.

Filmin sonunda Richard'ı öldüren Richmond'ın yüzündeki ifade -aynı Polanski'nin Macbeth'inin sonunda olduğu gibi- tüm bu güç savaşının bir döngü olduğu izlenimini başarıyla veriyor.

İlgilisine...


AGATHA CHRISTIE'S POIROT - "THE CHOCOLATE BOX" ADLI BÖLÜMÜN PLAN-PLAN KAMERA VE KURGU ANALİZİ

AGATHA CHRISTIE'S POIROT - "THE CHOCOLATE BOX" ADLI BÖLÜMÜN PLAN-PLAN KAMERA VE KURGU ANALİZİ


Kendimi teknik açıdan geliştirebilmek için sevdiğim filmleri ya da dizi bölümlerini DVD’den tek bir video dosyasına çevirip(rip edip) kurgu programına koyarım. Ardından filmdeki her kesmeyi tespit edip kurgu programında ben de keserim. Tüm bu işlem bitince filmi plan-plan kare-kare izler, incelerim.

Ancak bu işlemi dokümante etmek vakit alıcı ve yorucu olduğundan dolayı genelde analizi belgelendirmeden bırakırım.

Ama vaktim olduğunda -- daha önce Alfred Hitchcock'un North by Nortwest adlı filmini dokümante edip, paylaşmıştım. Link -- bu belgelendirme işlemini yapıyorum.

Şimdi de aynı işlemi Agatha Christie's Poirot adlı dizinin "The Chocolate Box" adlı bölümü için yaptım. Yayın tarihi 1993 yılı ve süresi yaklaşık 50 dakika.



Kendim için hazırladığım bu çalışmadan belki başkaları da faydalanabilir diye buradan paylaşıyorum.

İlgilisine...

Özgür Çetimen

Link-1

Link-2

(Bilgi: Çalışma dosyasını İnternete koymadan önce virüs taramasından geçirdim.)

1 Nisan 2018 Pazar

JOHNNY GOT HIS GUN - (1971)

JOHNNY GOT HIS GUN

Dalton Trumbo'nun kendi romanından uyarlayıp yönettiği bu iç burkan savaş karşıtı filmin başrolünde Timothy Bottoms var.

Birinci Dünya Savaşı'nda düşen bir bomba sonucunda gözlerini, işitmesini, alt çenesini yitiren ve yaralarından ötürü bacakları ve kolları kesilen asker Joe Bonham askeri bir hastanede 'malzeme' odasında tutulmaktadır. Kimliği henüz tespit edilemeyen Joe vücudunun içine hapsolmuştur. Gerçeklikle rüyalar arasında gider-gelir, delirmemek için mücadele eder. Sonunda çevresiyle başını kullanarak Mors koduyla iletişim kurmayı başarır. Ve Joe'nun onlardan bir isteği vardır.

Trumbo romanını filme aktarmayı düşündüğü ilk sıralarda Franco rejiminden kaçıp Meksika'ya gelen arkadaşı ünlü yönetmen Luis Buñuel'le birlikte çekmeyi düşünmüş. İkisi senaryoyu birlikte yazarlarken, Buñuel de filmi yönetecekmiş. Ancak finans problemlerinden ötürü proje rafa kaldırılmış. Yıllar sonra Trumbo süregelen Vietnam savaşının da etkisiyle savaş karşıtı duygularını aktarmayı arzulayınca filmi çok düşük bir bütçeyle ve kendisi yöneterek kotarmaya karar vermiş. İyi de yapmış... Filmi 42 günde düşük bir bütçeyle çekmiş.

Film Trumbo'nun yönettiği tek film (gelecekte başka bir film yönetmeyi arzulasa da sağlık problemleri buna izin vermemiş). Trumbo çok tecrübeli ve yetenekli bir senarist olsa da film yönetmek ve setin işleyişi hakkında deneyimsizmiş. Bu yüzden filmi çekmeden önce Budapeşte'de film çeken John Frankenheimer'in setine konuk olarak her gün gidip biraz deneyim kazanmış. Ayrıca set tecrübesi olan oğlu Christopher Trumbo birinci yönetmen asistanlığını üstlenerek babasının ekiple doğru bir iletişim kurmasını sağlamış. Sonuçta kanımca yönetmenlik açısından başarılı bir film ortaya çıkmış.

Bu arada filmin birçok rüya sahnesinde -özellikle İsa ve Fırın sahnelerinde- Buñuel'in senaryodaki sürreal etkileri görülüyor ve bunlar Trumbo tarafından başarıyla filme alınmış. Hatta izlerken içimden acaba o sahneleri Buñuel gelip kendi mi yönetti dedim, ancak hepsini Trumbo yönetmiş.

Trumbo filmin başrolü olan asker Joe Bonham rolü için tanınmamış, daha önce başka bir rolle ilişkilendirilmemiş birini istemiş. Bu arayışında liseden yeni mezun olmuş olan ve daha önce hiç film oyunculuğu yapmamış Timothy Bottoms'a rast gelmiş. Bu filmdeki asker rolünden sonra Timothy Buttoms aynı yıl Bogdanovich'in En İyi Film Oscar'ını alan The Last Picture Show adlı filminde de oynayarak kariyerinde yükselişe geçmiş.

Yan rollerde Jason Robards performansıyla ilk öne çıkan isim. Ayrıca anne rolünde (Trumbo gibi kara listede yer almış olan)Marsha Hunt, hemşire rolünde Diane Varsi ve sevgili rolündeki Kathy Fields de filmin diğer öne çıkan yardımcı oyuncuları oluyorlar. Bu arada Donald Sutherland -kısa ekran süresine rağmen- İsa rolüyle hafızalarda yer ediyor.

Filmde Joe'nun babasının(Robards) öldüğü ev ve oda Trumbo'nun kendi babasının da vefat ettiği yer. Filmdeki olta kaybetme hikâyesi de Trumbo'nun kendi babasıyla yaşadığı bir olaydan geliyor. Kısaca film hem düşünsel hem de bireysel açıdan Trumbo için kişisel bir film.

Filmin 'şimdiki zamanı' siyah-beyaz iken rüya ve geçmiş(flashback) sahneleri renkli. Rüya sahneleri nispeten daha satüre renklere sahip. Filmin siyah-beyaz olan kısmı teknik sorunlardan ötürü renkli çekilmiş ve daha sonra laboratuvarda desatüre edilerek siyah-beyaz yapılmış. Filmin görüntü yönetmeni Jules Brenner.

1971 yılında Cannes Film Festivali'nde Juri Büyük Ödülü'nü ve FIPRESCI ödülünü alan film Altın Palmiye'ye de aday olmuş.

Aradan geçen yıllar içinde az bilinen bir film hâline gelen Johnny Got His Gun Metallica'nın benzer durumdaki bir askeri anlatan One adlı şarkısının klibinde filmden kesitler oynatmasıyla yeniden gündeme gelmiş. Link

Trumbo'nun kişisel ve başarılı anlatımıyla, güçlü senaryosuyla Johnny Got His Gun sinema tarihinin en çarpıcı savaş karşıtı filmlerinden biri hâline geliyor. Filmin sonunda bir 'savaş ürünü' olan Joe'nun kâbus gibi bir hâldeyken tekrar-tekrar sarf ettiği son repliğini unutmak kolay değil: "S.O.S. Help me. S.O.S. Help me..."

İlgilisine...

IN A LONELY PLACE - (1950)

IN A LONELY PLACE

Nicholas Ray'in yönettiği bu noir dramanın başrollerinde Humphrey Bogart ve Gloria Grahame var. Yardımcı oyuncuların arasından öne çıkan isim ise Art Smith.

Çabuk öfkelenen ve öfkelendiğinde gözü kör olan Dixon Steele (Bogart), Hollywood'da senaristlik yapmaktadır. Dixon Stüdyo tarafından ona uyarlaması için verilen kitabı henüz okumamış ve okumak da istememektedir. Bir gece restoranda tanıştığı vestiyer Mildred Atkinson'ın romanı okuduğunu öğrenir. Bunun üzerine genç kızı kitabın öyküsünü ona anlatması için evine davet eder. Ancak Mildred o gece Dix'in yanından ayrıldıktan sonra bir cinayete kurban gider. Polis baş şüpheli olarak Dix'i düşünürken karşı komşusu Laurel (Grahame) yaptığı şahitlikle Dix'i aklar. Laurel Gray oyuculuk kariyerinde başarılı olamamış kendine has, seksi, güçlü görünen bir femme fatale dir. Kısa bir süre sonra Dix ve Laurel arasında romantik bir ilişki başlar. İkisi birbirlerine ilaç olurlar. Ancak zamanla hem polisin hem de Laurel'in içinde Dixon'ın aslında masum olmayacağına dair şüpheler giderek artar.

Filmin senaryosunu önce Dorothy B. Hughes'in kısa öyküsüne sadık kalarak Edward H. North uyarlamış. Daha sonra ise Nicholas Ray öyküden daha kişisel bir film çıkarmak gayesiyle hazırladığı notlarla senaryoyu Andrew P. Solt'dan yeniden yazmasını istemiş. Solt senaryoyu yeniden şekillendirirken orijinal hikâyeye pek sadık kalmamış, hatta radikal değişiklikler yapmış diyebilirim. Dixon karakteri nispeten daha yumuşatılmış ve sonu kitaba zıt bir şekilde değiştirilmiş(spoiler/sürpriz bozan vermek istemiyorum).

Humphrey Bogart ve Gloria Grahame kompleks karakterlerinin duygusal değişimlerini ve kırılganlıklarını perdeye başarıyla yansıtmışlar.

Nicholas Ray yine sisteme uymaya çabalayan ya da sistemle çatışan ama bunda başarısız olan karakter temasını bu filminde de yine işliyor. Hem anlatımıyla hem yönetimiyle özgün bir yapım ortaya koymuş. Ayrıca filmi çekerken başrolü oynayan eşi Gloria Grahame ile -olay olmasın diye- gizlice ayrılmalarına rağmen birlikte profesyonelce çalışıp, başarılı bir sonuca imza atmışlar.

Filmin siyah-beyaz sinematografisi ise gerek aydınlatması gerek özenli kompozisyonlarıyla gayet başarılı. Filmde yer yer seçici aydınlatma da kullanılıyor, örneğin Dix'in detektif arkadaşının evinde geçen 'cinayeti canlandırma' sahnesinde Dix'in içindeki öfkeyi ve sadizmi yansıtırken yüzüne düşen ışık gibi; rahatsız edici ve etkili. Filmin sinematografı Burnett Guffey.

In a Lonely Place, Ray'in filmografisinin en iyi filmlerinden biri olmakla beraber, Bogart ve Gloria Grahame'in karekterleriyle özdeşleşen başarılı performanslarıyla akıllara kazınan gizemli bir noir drama filmi.

İlgilisine...

1 Mart 2018 Perşembe

THE SPIRIT OF THE BEEHIVE (El espíritu de la colmena) - (1973)

THE SPIRIT OF THE BEEHIVE (El espíritu de la colmena)

Victor Erice'in yönettiği bu iç burkan, alegorik, politik alt metinli filmin başlıca rollerinde Ana Torrent, Fernando Fernan Gomez, Teresa Gimpera ve Isabel Telleria var.

Filmin senaryosunu Victor Erice, Angel Fernandez Santos ve Francisco J. Querejeta yazmış. Senaryo filmin kısıtlı bütçesinden ötürü gerek tür açısından gerek dramatik açıdan köklü değişikliklere uğrayarak şekillenmiş. Örneğin orijinal senaryoda yetişkin Ana babasının hasta olduğu haberiyle köyüne dönüyor ve hikâye Ana'nın yetişkinliğiyle çocukluğu arasında gidip-geliyormuş. Bütçenin kısıtlı olmasından ötürü yetişkin Ana'nın hikâyesi senaryodan çıkarılmış.

İspanyol İç Savaşı'nın kısa bir zaman önce bitip faşistlerin başa geçtiği 1940 yılında İspanya'nın Kastilya bölgesinde küçük bir köydeyiz. Köyün sinemasında gösterilmek üzere James Whale'in yönettiği Frankenstein getirilir. Küçük Ana ve ablası Isabel'de izleyicilerin arasındadır. Ana, Canavar'ın küçük kızla tanıştığı ve ardından küçük kızın öldüğü sahnelerden çok etkilenir. Ana'nın babası Fernando arıcılıkla uğraşmaktadır ve kovanındaki arıların birbirleriyle savaştığını defterine not eder. Eşi Teresa ise haber alamadığı(muhtemelen iç savaştan) eski aşkına mektup yazmaktadır. Aile birbirinden kopuktur. Isabel, Ana'ya kötü şakalar yapsa da Ana'nın ondan başkasıyla bir yakınlığı yoktur, içsel olarak yalnızdır. Bir süre sonra Isabel ve Ana terk edilmiş bir ağıl bulurlar. Isabel, Ana'ya bu ağılın Canavar'ın yaşadığı yer olduğunu söyler. Bunun üzerine Ana gizlice ama korkarak bu ağıla gidip-gelmeye başlar. Bir gün ağılda kaçak ve yaralı bir askerle karşılaşır, ona yardım eder; yiyecek hatta babasının saatini ve montunu da getirip ona verir. Ama gece çökünce yaralı asker polisler tarafından bulunur ve öldürülür. Mont ve saat yüzünden babası şüpheli durumuna düşer. Babası da Ana'dan şüphelenir ve onu ağıla kadar gizlice takip eder. Ana taşların üzerinde askerin kanını görünce korkar, babasını dinlemez ve kaçar. Geceleyin Ana -aynı filmdeki gibi- Canavar'la karşılaşır...

Film, Victor Erice'in ilk uzun metraj filmi ve kanımca sinema tarihinin en iyi ilk filmlerden biri. Yönetmen izleyicisini küçük Ana'nın iç dünyasına başarıyla götürüyor. Filmin sembolizmini, alegorisini ve karakterlerini farklı şekillerde okumak, yorumlamak mümkün. Paul Julian Smith'in film hakkındaki makalesi çok bilgilendirici Link. Bu arada yönetmenin filmi alegorik çekmesinin ve sembolizmi kullanmasında filmin sansür kuruluna takılmamasını sağlamak da var elbette. Çünkü filmin yapım tarihi 1973 ve Franco hâlâ rejimin(son yıllarında olsa da) başında.

Gelelim filmin başrol oyuncusu Ana Torrent'e... Altı yaşında olmasına rağmen yeteneği, masumluğu ve kocaman gözleriyle rolünde gayet başarılı ve inandırıcı.



Filmin sinematografisi ve kamera çalışması gayet sade ama harika bir aydınlatma çalışmasına ve güzel kompozisyonlara sahip. Bal rengi, filmde -özellikle evde ve iç mekanlarda- hâkim. Kamera çalışması genelde sabit ve planlı ancak bir-iki sahnede belgesel tarzı çekim de var. Örneğin, Ana'nın sinemada Frankenstein'ı izlediği sahneyi belgesel tarzda çekerek hem onun hem diğer izleyicilerin "gerçek" reaksiyonlarını çok güzel yakalamışlar. Filmin sinematografı Luis Cuadrado. Maalesef Cuadrado rahatsızlığından ötürü filmin çekimleri sırasında görme yetisini yitirmeye başlamış ve ilerleyen yıllarda da intihar ederek yaşamını sonlandırmış.


Son bir anekdot olarak: Film, Guillermo Del Toro'nun da favori filmlerinden biri ve filmle benzer temalara sahip olan yazıp-yönettiği Pan's Labyrinth'de bunu beyaz perdeye yansıtmıştı.

The Spirit of the Beehive hikâyesiyle, oyuncularıyla, görselliği ve anlatımıyla izleyicisine harika bir sinematik deneyim sunuyor.

İlgilisine...

LOVE AFFAIR, OR THE CASE OF THE MISSING SWITCHBOARD OPERATOR (Ljubavni slucaj ili tragedija sluzbenice P.T.T.) - (1967)

LOVE AFFAIR, OR THE CASE OF THE MISSING SWITCHBOARD OPERATOR (Ljubavni slucaj ili tragedija sluzbenice P.T.T.) 

Dusan Makavejev'in yönettiği ve senaryosunu Branko Vucicevic'le birlikte yazdığı bu politik alt metinli, taşlamalı, absürd, bir çok film türü arasında giden-gelen(hayat gibi) filmin başrolünde güzelliğiyle büyüleyen Eva Ras var.

Film bir seksoloğun cinselliğin tarihi üzerine verdiği bilgilerle açılıyor. Ardından Belgrad'da telefon santralinde operatör olarak çalışan hayli çekici ve seksi Izabela(Ras)'yla tanışır ve onun meslektaşı Ruza'yla işten çıkışta birlikte yaptıklarını izleriz. Ardından film zamanda ileriye atlar ve bir suç bilimcinin açıklamalarıyla itfaiyecilerin bir kuyudan Izabela'nın cansız bedenini çıkarmalarını izleriz. Sonra yine zamanda geri dönüp Izabela'nın parti üyesi Ahmed'le ilişkisinin başlamasına tanıklık ederiz. Bundan sonra film zamanda ileri ve geri giderek Izabela'nın yaşadıklarını ve ölümle nasıl buluştuğunu bizlere gösteriyor.

Makavejev filmi Komünist yetkililerden onay almadan gizlice, gerilla tarzında çekmiş. Filmin kurgusu geleneksel olmayan(o zamana göre) bir şekilde ilerliyor. Filmin kamera çalışması ise yer yer geleneksel ama ağırlıklı olarak belgesel çekim tarzında. Bu arada filmde çıplak bir şekilde yatan Izabela'nın bacaklarına yatan siyah kedi imajı bir hayli ünlü.

Makavejev bu ikinci uzun metraj filminde kendine has yaklaşımıyla içeriğinde absürtlük, trajedi, aşk, cinsellik, siyasi ve sosyal okumalar barındıran şaşırtıcı ve ilginç bir filme imza atmış.

İlgilisine...

TALES OF TERROR - (1962)

TALES OF TERROR

Roger Corman'ın yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği bu korku filmi aslında her biri yaklaşık yarım saat olan üç kısa filmden oluşuyor. Üç öykü de, Corman'ın daha önce birçok hikayesini filme aldığı, Edgar Allan Poe'a ait. Poe'nun Morella, Black Cat, The Case of M. Valdemar adlı hikayelerini -çok sadık kalmadan- sinemaya uyarlayan ise yine fantezi ve gerilim eserleriyle ünlü olan Richard Matheson.

İlk öykü Morella'da doğumunda annesi Morella'nın ölümüne sebep olan ve 26 yıldır babasını görmeyen Lenora evine geri döner. Kızına karşı nefret duyan ve soğuk davranan Locke'un bu duyguları zamanla değişmeye başlar. Lenora kısa bir süre sonra babasının annesi Morella'ya duyduğu saplantıyı ve annesinin lanetini dehşet içinde öğrenecektir. Nekrofili ve ensest hikâyenin alt metninde kendini gösteriyor. Başrollerde Vincent Price, Maggie Pierce ve Leona Gage var.

İkinci öykü -ki ünlü ve sinemaya sık uyarlanmış bir öykü olan- Black Cat. Başrollerinde Vincent Price, Peter Lorre ve Joyce Jameson var. Bir alkolik olan Montresor parasız kaldığı bir gece bedava içki içmenin yolunu bir şarap eksperi olan Luchresi'ye meydan okuyarak bulur. Bu olayın sonunda ikili arkadaş olur ve Monresor, Luchresi'yi karısı Annabel'le(Joyce) tanıştırır. Luchresi ve Annabel birbirlerine aşık olur ve Montresor'den gizlice buluşmaya başlarlar. Bir süre sonra Montresor bu durumu keşfeder ve bir intikam planı hazırlar. 

Corman bu hikayede komedi dozunu arttırmış. Ayrıca hikayede Poe'nun The Cask of Amontillado adlı öyküsünden de izler var. Vincent Price'ın şarap tatma sahnesindeki mimikleri unutulmaz. Peter Lorre de rolünde gayet iyi. Birçok sahnede doğaçlama yaptığı ve bu husustaki ustalığı görülüyor. Joyce Jameson da sinema birçok kez oynadığı aptal sarışın rolünü tekrar etse de mizahi yönü ve diğer oyuncularla kimyası gayet başarılı.

The Case of M. Valdemar: Bu hikaye benim filmde en beğendiğim uyarlama oldu. Başrollerinde Vincent Price, Basil Rathbone, Debra Paget ve David Frankham var. Ölmek üzere olan Valdemar ölüm ve ölüm sonrası ne olduğuna dair araştırma yapan ve onun acılarını dindiren hipnozcu Carmichael'a yardım etmeye karar verir. Carmichael, Valdemar'ı ölüm anından önce hipnoz etmeyi başarır. Valdemar'ın vücudu ölse de ruhu bedeninde sıkışır. Carmichal ölüm üzerine öğrenmek istediklerini Valdemar'dan öğrenmeden ve Valdemar'ın güzel eşi Helene'i elde etmeden Valdemar'ın ruhunu serbest bırakmaya hiç niyeti yoktur. Vincent Price ve özellikle de Basil Rathbone gayet başarılı oyunculuklar sergiliyorlar.

Filmin görüntü yönetmeni F.W. Murnau'nun Tabu adlı filmiyle Oscar alan usta sinematograf Floyd Crosby. Corman'la birçok filmde çalışan Crosby, Corman'ın bu düşük bütçeli filmlerini yeteneği, kamera kullanımı, aydınlatması ve tecrübesiyle olduğundan çok daha zengin gösteriyor.

Roger Corman, Poe'nun eserlerine fazla sadık kalmasa da kendine has yorumu, mizahı, şok edici sahneleri ve usta oyuncularıyla izleyicisine güzel bir seyirlik sunmayı başarıyor.

İlgilisine...



1 Şubat 2018 Perşembe

VAGABOND (Sans toit ni loi) - (1985)

VAGABOND (Sans toit ni loi)

Agnès Varda'nın yazıp yönettiği filmin başrolünde Sandrine Bonnaire var.

Genç bir kadın(Mona) bir hendekte ölü olarak bulunur. Mona kendi tercihiyle sistemden kopup oradan oraya özgürce dolaşan isyankar bir avaredir. Mona'yla yolları kesişmiş olan kişilerle yapılan röportajlar ve geriye dönüşler(flashbackler) eşliğinde genç kadının ölümünden önceki birkaç gününü izleriz.

Varda arkadaşı olduğu yazar Nathalie Sarraute'un kendisinden ve yazılarından etkilenerek senaryoyu yazmış ve filmi de ona adamış.

Sandrine Bonnaire; güçlü, özgürlüğüne düşkün ve başına gelen kötü şeylere rağmen kurbanı oynamayı reddeden avare Mona rolünde inandırıcı ve başarılı bir oyunculuk sergiliyor.

Filmin yardımcı oyuncuları da gayet iyi. Kimi profesyonel oyuncu kimi film için seçilmiş hiç oyunculuk yapmamış kişiler. Ayrıca film günümüzün tecrübeli aktrislerinden Yolande Moreau'un da ilk uzun metrajlı filmi. Bu arada Mona ve zengin yaşlı kadın arasındaki sahne tam bir şamata. Daha önce sadece Varda'nın bir kısa filminde rol alan Marthe Jarnias neşesi ve samimiyetiyle bu sahneyi çalıyor.

Varda kariyerinin başından beri sevip kullandığı uzun dolly(şaryo)çekimlerini(özellikle paralel) yine bu filmde de çokça kullanıyor. Varda film için on iki dolly çekimi planlamış ve çekmiş. Hepsinde kamera Mona'yı takip ediyor/gösteriyor ve bu dolly çekimlere filmin bestecisi Joanna Bruzdowicz'in insanı saran, tekinsiz müziği eşlik ediyor. Ayrıca bu dolly çekimlerinin çoğunun açılış ve kapanış kareleri bir sonraki dolly çekimiyle imgesel bağa sahip ve teknik açıdan hepsi sağdan sola doğru ilerliyor. Zoom lens ise sadece filmin açılışında(jenerikte) kullanılıyor ve görsel açıdan etkileyici.  Filmin görüntü yönetmeni Patrick Blossier.

Film 1985 yılında Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan'ı alırken (ayrıca Eleştirmenler ödülü FIPRESCI ile OCIC ödülünü de almış) filmin başrol oyuncusu Sandrine Bonnaire de César ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi olmuş.

Son bir anekdot olarak filmin orijinal ismi Sans toit ni loi, 'Çatısız ve kanunsuz'(without roof nor law) anlamına geliyor.

İlgilisine...