1 Ağustos 2020 Cumartesi

CITIZEN KANE - PLAN-PLAN KAMERA VE KURGU ANALİZİ

CITIZEN KANE - PLAN-PLAN KAMERA VE KURGU ANALİZİ

Kendimi teknik açıdan geliştirebilmek için sevdiğim filmleri DVD’den video dosyasına çevirip(rip edip) kurgu programına koyarım. Ardından filmdeki her kesmeyi tespit edip kurgu programında ben de keserim. Tüm bu işlem bitince filmi plan-plan, kare-kare izleyip incelerim.

Bu işlemi sinemanın her açıdan zirve noktalarından biri olan Citizen Kane(Yurttaş Kane)'e uygulamak üzereyken bu analizi kalıcı kılmak amacıyla belgelendirmek istedim.

Kendim için hazırladığım bu çalışmadan belki sinema öğrencileri, sinefiller, filmin hayranları vs. bir fayda çıkarabilirler.

İlgilisine...

Özgür Çetimen

Çalışmayı aşağıdaki linklerden indirebilirsiniz. (52 MB)

(Bilgi: Dosyayı İnternete koymadan önce virüs taramasından geçirdim.)




Not: Ayrıca daha önce Steven Spielberg'in Raiders of the Lost ArkAlfred Hitchcock'un North by Northwest adlı filmlerine ve Agatha Christie's Poirot adlı televizyon dizisinin Chocolate Box isimli bölümü için de bu belgelendirmeyi yapıp, bu blog'da paylaşmıştım.

1 Temmuz 2020 Çarşamba

HITCHCOCK FİLMLERİNDE MASUMİYETİNİ KANITLAMAYA ÇALIŞAN ANA KARAKTERLER

HITCHCOCK'UN MASUMLARI

Yanlış anlaşılmalar, başkalarıyla karıştırılmalar, benzerlikler, hafıza kayıpları, iftiralar, yanlış yerde yanlış zamanda olanlar, kendini casuslar arasında bulanlar... Bunlar gibi nice sebepten suçlanıp masumiyetini kanıtlamaya çalışan Hitchcock karakterleri:

(*spoiler/sürpriz bozan içerir!)

THE LODGER: A STORY of the LONDON FOG (1927)


Kiracı (Ivor Novello)
Londra'ya sarışın kadınları öldüren bir seri katil dadanmıştır. Bu sırada Marie Ault'un canlandırdığı ev sahibesi bir odasını Ivor Novello'nun canlandırdığı bir kiracıya verir. Zamanla ev sahibesi kiracısının seri katil olduğundan şüphelenmeye başlar. Kiracı insanları katil olmadığına ikna etmeye çalışır...




The 39 STEPS (1935)


Richard Hannay (Robert Donat)
Richard Hannay(Robert Donat) kendini casusluk olaylarının ortasında bulur ve yanlışlıkla bir ajanı öldürmekle suçlanır. Masumiyetini kanıtlamak için kaçmaya başlar. Hitchcock'un ilerde çektiği filmleri Saboteur ve North by Northwest'in hikayesinde bu filmden birçok iz görmek mümkün.









YOUNG AND INNOCENT (1937)


Robert Tisdall (Derrick De Marney)
Robert Tisdall(Derrick De Marney) sahilde yürürken boğulmuş bir kadın cesedi bulur; yetkilileri haberdar etmek ve yardım bulmak için hızla koşarak olay yerinden gider. Bu sırada sahilde yürümekte olan iki kadın onu uzaktan cesedin yanında ve koşarak uzaklaşırken görürler. Tanıkların ifadesiyle baş şüpheli olarak tutuklanır ve yargılanır. Suçlu bulunacağını anlayınca kaçar ve masumiyetini kanıtlamak için gerçek katilin peşine düşer. Robert'a istemeyerek de olsa yardım ederek bu kaçış yolculuğuna katılan ve ona aşık olan polis müdürünün kızı Erica Burgoyne'i ise Nova Pilbeam canlandırıyor.

SABOTEUR (1942)


Barry Kane (Robert Cummings)
Barry Kane(Robert Cummings) bir uçak fabrikasında işçi olarak çalışmaktadır. Fabrikada çıkan bir yangında bir kişi ölür. Ardından yangının sabotaj olduğu ortaya çıkar. Yetkililer Barry'i suçlar. Barry masumiyetini kanıtlamak ve sabotajın arkasındaki kişileri/örgütü ortaya çıkarmak için kaçmaya başlar. Film The 39 Steps'den aldığı meşaleyi Hitchcock'un yıllar sonra çekeceği North by Northwest'e devreder; özellikle de finaliyle. Barry'e inanıp bu maceralı ve tehlikeli yolculuğunda ona eşlik edip, ona aşık olan Patricia Martin karakterini ise Priscilla Lane canlandırıyor.



SPELLBOUND (1945)


Edwardes/Ballantyne (Gregory Peck)
Dr. Anthony Edwardes(Gregory Peck), Green Manors adlı bir akıl hastanesine atanır. Ancak zaman içinde kendisinin gerçek Anthony Edwardes olmadığı anlaşılır. Gerçek Anthony Edwardes öldürülmüştür. Hafıza kaybından ötürü kim olduğunu hatırlamamakta, suçlu olup-olmadığını dahi bilmemektedir. Gerçeğe ulaşmak, kim olduğunu hatırlamak için kaçar. Psikanaliz, sürrealizm romantizm ve gerilimi harmanlayan bir Hitchcock filmi. Ünlü ressam Salvador Dali'nin rüya sahneleri için tasarladığı setler çok güzel. Ballantyne'a aşık olup bu gerçeği arayış yolculuğunda ona eşlik eden kişi ise Ingrid Bergman'ın canlandırdığı Dr. Constance Petersen.

STAGE FRIGHT (1950)


Jonathan Cooper (Richard Todd)
Bir aktör olan Jonathan Cooper(Richard Todd) yıldız oyuncu/şarkıcı Charlotte Inwood(Marlene Dietrich)'un gizli aşığıdır. Bir gün Charlotte üzerinde kanlı bir elbisesiyle şok içinde Cooper'ın evine gelir. Ona kocasını öldürdüğünü söyler. Cooper onu korumaya, ona yardım etmeye çalışır. Charlotte ondan evinden temiz bir elbise getirmesi ister. Aşk sarhoşluğu içindeki Cooper cinayet mahalline elbise almaya gider. Hatta olaya hırsızlık süsü verir. Ama tam bu sırada hizmetçi tarafından görülür ve kaçar. Cooper artık cinayetin baş şüphelisidir. O saklanırken arkadaşı olan Jane Wyman'ın canlandırdığı Eve Gill karakteri olayları aydınlatacaktır.

(Spoiler!:Belki bu filmi "masumlar" listesine almamam gerekirdi. Ancak seyirci Hitchcock'un birçok "masum kaçak" filmini izledikten sonra bu filmin sonundaki sürprizi beklemiyor. Hitchcock'un sol gösterip sağ vurduğu çok iyi bir noir film.)

I CONFESS (1953)


Michael Logan (Montgomery Clift)
Sanırım bu karakteri de "Masumiyetini Kanıtlamaya Çalışan Karakterler" başlığı altına koymamalıydım. Zira tam tersi bir durum söz konusu. Çünkü karakter cinayeti kimin işlediğini biliyor ama işinin ve inancının getirdiği kurallardan ötürü söylemeyi reddediyor. Montgomery Clift'in canlandırdığı katolik rahip Michael Logan işlemediği bir cinayetin baş şüphelisi haline gelir. Katilin kim olduğunu bilse de söylemez çünkü katil ona bu bilgiyi/itirafı günah çıkarma ritüelinde söylemiştir. Aksiyon-macera türünden ziyade hayli dramatik yapıda bir film.


TO CATCH A THIEF (1955)


John Robie (Cary Grant)
Fransız Riviera'sında mücevher hırsızlıkları başlayınca eski mücevher hırsızı John Robie(Cary Grant) polis ve hatta arkadaşları tarafından baş şüpheli ilan edilir. Robie bir yandan polisten kaçarken bir yandan da masumiyetini kanıtlamak için hırsızın peşine düşer.







THE WRONG MAN (1956)


Manny Balestrero (Henry Fonda)
Hitchcock'un yaşanmış olaylardan yola çıktığı The Wrong Man'de Henry Fonda'nın canlandırdığı Manny Balestrero --yanlış yerde yanlış zamanda olmaktan ve insanlar tarafından gerçek soyguncuyla karıştırılmaktan başka bir suçu olmayan--  silahlı soygundan tutuklanır ve film boyunca onun aklanmak için verdiği hukuk mücadelesine tanık oluruz. Bu sefer, aynı I Confess'deki gibi, masum karakter aksiyon-macera türünden ziyade dram-noir türü içinde masumiyetini kanıtlamaya çalışıyor. Ayrıca filmde yine I Confess'deki gibi katolik temalar belirgin.







NORTH BY NORTHWEST (1959)


Roger Thornhill (Cary Grant)
Roger Thornhill karakteri yine insanlar tarafından başkasıyla karıştırılmaktan, yanlış zamanda yanlış yerde olmaktan ve yanlış anlaşılmaktan çok çekmiş bir karakterdir. Bir yandan gizli bir örgüt tarafından George Kaplan adında bir ajan olduğu için öldürülmek istenmektedir, bir yandan da Birleşmiş Milletler binasında gerçekleşen işlemediği bir cinayetten ötürü polis peşindedir. Film için Hitchcock'un bu tema ve türdeki magnum opus'u denilebilir. The 39 Steps, SaboteurThe Lady Vanishes ve Notorious'da iyi olan ne varsa bu filmde bir arada.



FRENZY (1972)


Richard Blaney (Jon Finch)
Londra'ya kadınlara önce tecavüz edip ardından onları bir kravat ile boğan bir seri katil dadanmıştır. Katil günlük hayatta hiçbir şeyden haberi olmayan arkadaşı Richard Blaney(Jon Finch)'i kanıtlar yerleştirerek polisin baş şüphelisi hâline getirir. Richard masumiyetini kanıtlamak ve burnunun ucundaki gerçek katili bulmak için kaçmaya başlar.


19 Nisan 2020 Pazar

THE BAD SLEEP WELL (Warui yatsu hodo yoku nemuru) - 1960

THE BAD SLEEP WELL (Warui yatsu hodo yoku nemuru)


Akira Kurosawa'nın bağımsız olarak kendi prodüksiyon şirketi için yönettiği ilk film olan The Bad Sleep Well'in başrolünde Toshiro Mifune var.

Kurosawa bu suç-noir türündeki filminde yozlaşmış bir şirket üzerinden bireyin sistemle mücadelesini, yozlaşma içindeki sistemde bireylerin intikam arayışını, adaleti kendi ellerine almalarını ve adaleti sağlamaya çalışmalarını irdeliyor. Film zamanının Japonya'sında geçse de teması ve karakterleriyle insanın var olduğu tüm zamanlarda geçerliliğini koruyor.

Filmin senaryosunun oluşturulması Kurosawa'nın senarist olmak isteyen yeğeni Mike Y. Inoue'nin amcasına hikâyesinden bahsetmesi ve Kurosawa'nın bu hikâyeden hoşlanıp ona fikirler vermesiyle başlamış. Daha sonra üzerinde  Hideo Oguni, Eijiro Hisaita, Ryuzo Kikushima, Shinobu Hashimoto'nun da çalıştığı senaryoya Akira Kurosawa son şeklini vermiş. Filmin senaryosunda Kurosawa'nın çok sevdiği Shakespeare'in Hamlet'inden izler de görülüyor.

İki buçuk saatlik film düğün sahnesiyle açılıyor burada gazetecilerin birbirleriyle konuşmalarından ana karakterleri ve onların birbirleriyle olan ilişkilerini öğreniyoruz. Her karakter sıra ona geldiğinde kendi karakteristik özelliğini yansıtıyor. Düğün sonrası başlayan gazete başlıkları, gözaltıları vs. içeren montage'ın bitimiyle film açılışını yaklaşık ilk 35 dakikasında bitiriyor. Film hem görsel hem diyaloglar açısından hayli akıcı olsa da çok sayıda karakterin tanıtımı ve ilişkiler ağını anlamak için seyircinin kendini filme vermesi şart.

Mifune rolünde yine başarılı bir oyunculuk sergilerken başta topal Yoshiko karakterini canlandıran Kyoko Kawaga ve birçok Kurosawa filminde rol almış diğer yardımcı oyuncular kendilerinden beklenileni fazlasıyla veriyorlar. Yoshiko'nun abisini canlandıran Tatsuya Mihashi'nin performansı akılda kalıcı.

Kurosawa filmi 2.35:1 ölçeğinde çekmiş. Her zamanki özenli kompozisyonlarını bu filminde de görüyoruz. Böyle geniş bir ölçekte yaptığı geniş açı çekimlerde oyuncuları çerçeveye yerleştirişi efektif ve özenli. Filmin sinematografı Yuzuru Aizawa. 

Anlatılanlara göre Kurosawa'nın filmi kendi prodüksiyon şirketiyle bağımsız olarak çekmesinde bir önceki filmi The Hidden Fortress'de çekim takvimini ve bütçeyi aşıp Toho Stüdyosu'yla biraz bozuşmaları ve filmin temasının o zamanın Japonya'sında gündemde olan yolsuzlukluk olaylarına işaret etmesinin getirdiği hassaslıklar olmuş.

Film hem eleştirmenler hem de izleyici tarafından büyük beğeni toplamış. Ama birçok insan filmin finalini anti-climatic bulup eleştirmiş. Sürekli "iyilerin" kazandığına inanan, sistemi ve hepsinden öte tüm bunların kaynağı olan insanın doğasını değiştirebileceklerine inanan idealist ve romantikleri bir tarafa bırakırsak final, evet, teknik açıdan biraz edebi, tiyatral ve çabuk; ama yine de etkili. Bazı filmler böyle bitmeli. O başarısızlık hissini insana, izleyicisine vermeli, tattırmalı. İşte The Bad Sleep Well de o filmlerden. Sanırım böyle bir finalin Kurosawa'dan beklenilmemesi de bu eleştirilerde bir etken. Çünkü genelde Kurosawa daha iyimser bir yaklaşıma sahip. Böyle bir sonu rahatlıkla Masaki Kobayashi'den bekleyebilirsiniz, Harakiri'de olduğu gibi. Sanırım, Kurosawa kendinden pek de beklenilmeyeni yaparak izleyiciyi bu hususta biraz ters köşeye yatırıyor. Pek çok izleyicinin Henry Fonda'yı Leone'nin Once Upon a Time in the West filminde acımasız bir adamı oynarken izlediklerinde bunu kabul etmekte zorlanmaları gibi...

Özetle Kurosawa'dan incelikli bir film noir çalışması.

İlgilisine...

1 Mart 2019 Cuma

CHIMES AT MIDNIGHT (FALSTAFF) - (1965)

CHIMES AT MIDNIGHT (FALSTAFF)

Orson Welles gençliğinden itibaren kendine tutku projesi olarak edindiği Falstaff karakterini tiyatro sahnesinden sonra epik bir şekilde beyaz perdeye de uyarlamış. Filmi yazıp-yönetirken aynı zamanda filmin başrolünü de üstleniyor.

Welles'in yanı sıra filmin oyuncu kadrosu bir hayli geniş ve yetenekli: John Gielgud, Keith Baxter, Jeanne Moreau, Margaret Rutherford ve Fernando Rey öne çıkan isimler.

Film Shakespeare'in birçok oyununda yer alan John Falstaff karakteri üzerine kurulu. Shakespeare'in Henry IV(Bölüm 1 ve 2)Henry V, Richard II ve The Merry Wives of Windsor oyunlarından alıntılarla birlikte Welles kendi hikâyesini yaratmış. Falstaff'ı da klasik sahne yorumundan biraz daha farklı bir şekilde yorumlamış.

Geleceğin kralı uçarı prens Hal dostu gördüğü Falstaff ile takılmakta, gününü gün etmektedir. Hal iki baba figürünün arasındadır: gerçek babası erdem sembolü Henry IV ile şen, zeki ama bazen densiz olan Falstaff. Zamanla olaylar öyle bir gelişecektir ki Hal hayatta izleyeceği yolda ikisinin yollarından birini seçmek zorunda kalacaktır. Ve Falstaff'a karşı dostluğu sınanacaktır.

Welles -sahnede de canladırdığı- Falstaff karakterinde kariyerinin en iyi oyunculuklarından birini sergiliyor. John Gielgud ise neden tüm zamanların en iyi Shakespeare oyuncularından biri olarak gösterildiğini göz çıkarırcasına izleyiciye gösteriyor. Welles'in büyük hayranlık beslediği bir diğer yıldız isim olan Jeanne Moreau'nun ise filmdeki rolü biraz kısa. Moreau bir yandan arkadaşı Welles'le yeniden çalışma deneyimi yaşarken(Welles'in yönettiği Kafka uyarlaması The Trial'da birlikte çalışmışlardı ve Falstaff'dan sonra da iki filmde daha birlikte çalışacaklardır) bir yandan da ismini jeneriğe ve postere yazdırarak filme ekstradan ticari bir ilgi yaratıyor. Keith Baxter ise Hal rolüyle kariyerinin çıkışını yaparken Orson Welles'le de yakın dost olmuş.

Film İspanya-İsviçre ortak yapımı ancak bütçe tükenmeye başlayınca ünlü İngiliz yapımcı Albert Broccoli filme omuz vermiş.

Filmin ortasında yer alan epik savaş sahnesi hem görsel hem de kurgusal açıdan muazzam. Sahneyi izlerken yıllar sonra çekilecek Kurosawa'nın Ran ve Gibson'ın Braveheart filmleri aklıma geldi. Ve Welles bu sahneyi 190 figüranla, kısa sürede ve düşük bir bütçeyle çekmiş. Welles'in hızlı kesmelerden oluşan montajı sahneyi daha etkili kıldığı gibi bütçe ve kısa sürenin olumsuz etkilerini de saklıyor.

Falstaff ve Hal'ın son kez karşılaştıkları sahne olan 'taç giyme töreni' sahnesi yürek burkucu. Hem Welles'in hem de Baxter'ın performansı çok başarılı. Anlatılanlara göre Welles için bu sahne aynı zamanda kendi babasıyla ilintili olan kişisel bir sahne de...

Filmin siyah-beyaz görsel çalışması ve aydınlatması gayet başarılı. Welles'in sevdiği yüksek kontrastlı imajlar, geniş açı lensler ve geniş alan derinliği yine bu filminde de mevcut. Filmin sinematografı Edmond Richard.

Filmin prodüksiyon dizaynı düşük bütçesine rağmen etkileyici. Bütçe ekonomik ama zekice kullanılarak filme çok daha zengin bir prodüksiyon hissi veriyor.

Bu arada filmin kostüm tasarımı da Orson Welles'e ait. Her kıyafeti kendi tasarlamış.

Filmin ses kalitesi ise kötü. Bütçe sebebiyle ve çoğunlukla gerçek mekanlarda çekim yapıldığından çekim sırasında yapılan ses kayıtları kötüymüş. Dublajda da senkron problemi var. Ayrıca bazı sahnelerde planlar arasında ses uyumsuzluğu mevcut. Ancak filmin uzun uğraşlardan sonra yapılan restorasyonunda ses problemleri büyük ölçüde azaltılmış. Görüntü kalitesi ise üst düzey.

1966'da Cannes'da Altın Palmiye'ye aday olan film törende Teknik Ödül'ü almış. Ayrıca o yıl Cannes'da Orson Welles'e sinemaya katkılarından ötürü Yaşam Boyu Başarı Ödülü(20th Anniversary Award) takdim edilmiş.

Welles'in düşük bütçesine ve kısa çekim süresine rağmen deneyselliği elden bırakmadığı, tutkuyla yönetip-oynadığı Chimes at Midnight kanımca görselliği, kurgusu, tasarımı ve elbette oyuncularının başarısıyla Welles'in en iyi filmlerinden biri.

İlgilisine...

1 Şubat 2019 Cuma

ELEVATOR TO THE GALLOWS (Ascenseur pour l'échafaud) - (1958)

ELEVATOR TO THE GALLOWS

(spoiler/sürpriz bozan içerir! Sadece bu film için değil yönetmenin diğer filmleri için de içerir!)

Louis Malle'in ilk uzun metrajlı filmi olan bu noir-gerilimin başrollerinde Jeanne Moreau ve Maurice Ronet var.

Filmin senaryosunu Noël Calef'ın aynı adlı kitabından Louis Malle ve Roger Nimier uyarlamışlar. Ayrıca senaryonun öncesinde bizzat kitabın yazarı Noël Calef ön bir uyarlama hazırlamış ancak Malle bu versiyonu pek sinematik bulmamış.

Eskiden bir komando olan Julien Tavernier(Ronet) şaibeli işler yapan -silah satışı gibi- Simon Carala'nın yanında çalışmaktadır. Ayrıca Carala'nın karısı Florence ile de aşk yaşamaktadır. Tavernier 'kusursuz' bir planla patronu Carala'yı intihar süsü vererek öldürür. Mesai saati biter ve iş yerini terk eder. İki aşık birbirlerine kavuşmaya çok yakındırlar ancak son anda Tavernier tırmanmak için kullandığı ipi unuttuğunu görür ve almak için iş yerine geri dönüp asansöre biner. Bu sırada bina görevlisi binanın elektrik şalterini indirir. Tavernier asansörde mahsur kalır. Ama başına gelen aksilikler sadece bununla sınırlı kalmayacaktır. Arabasını çalan asi ve çılgın bir çiftin yol açacağı birçok problem de yakında Tavernier'in üstüne kalacaktır.

Louis Malle daha sonraki filmlerinde de görüleceği üzere aykırı karakterleri filmlerinin merkezine koymayı, siyasi konulara değinmeyi ve özellikle de o dönemde süregelen savaşları konu etmeyi, tabularla çatışmayı ve provokatif olmayı seviyor. Bu filmde de bir araya gelmek için kadının kocasını ortadan kaldırmaya çalışan birbirlerine aşık bir çiftimiz var. Malle'in daha sonraki filmlerinden örnekler verirsek: L'Amants(Lovers)'da yüksek sınıftan bir kadın kocasını ve çocuğunu aşkı için terk ediyordu, Le feu follet(Fire Within) adlı filminde ise ana karakterini bir intihar yolculuğuna çıkarıyordu, Lacombe, Lucien'de bir Fransız nazi işbirlikçisini ele alıp, onu analiz ediyordu; Le souffle au coeur(Murmur of the Heart)'da ise aralarında ensest ilişki olan bir anne-oğul'u konu ediniyordu.

Filmde Malle, Jeanne Moreau'un yakın çekimlerini makyajsız bir şekilde çekmiş. Buna sebep olarak ise aktrisin tüm nüanslarını yakalamak istediğini göstermiş. İlginç bir anekdot, Moreau'yu ilk defa böyle gören film banyosu yapan teknisyenler bir sorun olduğunu düşünüp başta filmi banyo etmeyi reddetmişler. Ama sonra ikna edilmişler. Hayli enteresan... Filmin sinematografı ise geleceğin ustalarından olacak Henri Decaë.

Filmin paralel kurgusu ve hikâyenin akışı da hayli organik ve efektif.

Malle filminin müziklerini yapması için Miles Davis'i ikna etmiş. Bir başka noir klasiği olan Carol Reed'in The Third Man filminde Anton Karas'ın zitheri ile çaldığı müzik nasıl filmle bütünleştiyse bu filmde de Miles Davis'in müziği filmle bütünleşiyor. Davis filmin müziğini bir quartet grubuyla birlikte doğaçlama yaparak altı saatte yaratmışlar ve kaydetmişler.

Louis Malle'in usta ve yenilikçi yönetimi, incelikli senaryosu ve oyuncularının başarılı performanslarıyla Elevator to the Gallows sinema tarihinin kült noir-gerilim filmleri arasında kendine haklı ve sağlam bir yer edinmiş.

İlgilisine...

1 Ocak 2019 Salı

FEDORA - (1978)

FEDORA

Billy Wilder'ın yönettiği bu gizemli -ve hatta zalim- dramın başrollerinde William Holden, Martha Keller ve Hildegard Knef var.

Filmin senaryosunu Tom Tryon'ın bir öyküsünden Billy Wilder ve I.A.L. Diamond yine birlikte uyarlamışlar. Senaryo her zamanki gibi Wilder'ın mizahını, dram yaratmadaki yeteneğini, diyaloglardaki ustalığını; akıllara kazınan ana karakterler ve iyi yazılmış, fonksiyonel yan karakterler içeriyor.

Bağımsız yapımcı Barry Detweiler Tolstoy'un Anna Karenina'sını filme uyarlamak istemektedir. Geçmişte bir prodüksiyon asistanıyken kısa bir ilişki yaşadığı efsanevi oyuncu Fedora'nın ana karakteri oynamasını arzulamaktadır. Fedora mucizevi bir şekilde gençliğini korusa da Korfu adasında inzivaya çekilmiştir. Barry adaya gelir ve Fedora'ya ulaşmaya çalışır ancak Fedora'nın kaldığı evin sahibesi Kontes Sobryanski ve doktor Vando onu hep engellerler. Barry bir yandan Fedora'ya ulaşmak bir yandan da bu gizem perdesini aydınlatmaya çalışır.

Açıkçası Fedora Billy Wilder, William Holden, flashbackler ve yaşlanan efsanevi bir Hollywood aktristini içerdiğinden tematik olarak Wilder'ın klasik filmi Sunset Boulevard'ı andırıyor.

Filmin William Holden'ın başı çektiği oyuncu kadrosunda bulunan Martha Keller, Hildegard Knef, Jose Ferrer, Frances Sternhagen ve Gottfried John hepsi rollerinin hakkını vermişler. Michael York ve Henry Fonda da filmde kısaca görünüyorlar. Bu arada filmin iki ana kadın karakteri için başta Wilder'ın aklında Marlene Dietrich ve Faye Dunaway varmış. Gerçekleşse izlemesi ilginç olurdu ama ne diyelim, sağlık olsun...

Billy Wilder'ın 70'li yıllarda değişmeye başlayan Hollywood stüdyo sistemine karşı kızgınlığını da filmdeki birkaç replikte hissediyoruz. "It's a whole different business now. The kids with beards have taken over. They don't need scripts, just give 'em a hand-held camera with a zoom lens."[kabaca çevirirsem: "Artık tamamen farklı bir iş oldu. Sakallı çocuklar (Hollywood'u) devraldı. Senaryoya ihtiyaçları yok, onlara sadece zoom lens takılı bir el kamerası versen yeter.]

Son birkaç filmi ticari ve eleştirel açıdan başarısız olmuş olan yaşlı ve usta yönetmen, acaba Hollywood tarafından unutulduğunu, gözden çıkarıldığını düşünmeye başlamış olabilir mi? Norma Desmond ya da Fedora gibi?.. Maalesef bu düşüncenin sağlam temelleri var. Wilder kapı kapı dolaştığı Hollywood stüdyolarından filmine istediği finansal desteği bulamamış ve Alman yapımcılarla(o zamanlar Batı Almanya) anlaşmaya varmış.

Film 1978'de Cannes'da gösterildikten sonra Amerika ve Avrupa'da çok az sayıda sinemada gösterime girmiş ve hem gişe de hem de eleştirel açıdan başarılı olamamış; eski usûl bulunmuş. Ve maalesef usta yönetmen bu filmden sonra sadece bir film daha (Buddy, Buddy) çekebilmiş.

Fedora iyi yazılmış senaryosu, Wilder'ın yönetimi ve usta oyuncularının performanslarıyla merakla izlenen iyi bir film.

İlgilisine...



RAIDERS OF THE LOST ARK - PLAN-PLAN KAMERA VE KURGU ANALİZİ

RAIDERS OF THE LOST ARK (INDIANA JONES) - PLAN-PLAN KAMERA VE KURGU ANALİZİ

Kendimi teknik açıdan geliştirebilmek için sevdiğim filmleri DVD’den video dosyasına çevirip(rip edip) kurgu programına koyarım. Ardından filmdeki her kesmeyi tespit edip kurgu programında ben de keserim. Tüm bu işlem bitince filmi plan-plan, kare-kare izleyip incelerim.

Bu işlemi çocukluğumun filmi Raiders of the Lost Ark (Kutsal Hazine Avcıları)'a uygulamak üzereyken bu analizi kalıcı kılmak amacıyla belgelendirmek istedim.

Kendim için hazırladığım bu çalışmadan belki sinema öğrencileri, sinefiller, filmin hayranları vs. bir fayda çıkarabilirler.

İlgilisine...

Özgür Çetimen

Çalışmayı aşağıdaki linklerden indirebilirsiniz.

Link-1

Link-2

(Bilgi: Dosyayı İnternete koymadan önce virüs taramasından geçirdim.)


Not: Ayrıca daha önce Alfred Hitchcock'un North by Northwest adlı filmi ve Agatha Christie's Poirot adlı televizyon dizisinin Chocolate Box isimli bölümü için de bu belgelendirmeyi yapıp, bu blog'da paylaşmıştım.

1 Aralık 2018 Cumartesi

STRAY DOG (Nora inu) - (1949)

STRAY DOG (Nora inu)

Akira Kurosawa'nın yönettiği bu savaş sonrası polisiye gerilim filminin başrollerinde Toshiro Mifune ve Takashi Shimura var.

Filmin senaryosunu Kurosawa ve Ryuzo Kikushima birlikte yazmışlar. Tabancasını çaldıran bir polisin gerçek hikâyesinden etkilenen Kurosawa kafasındaki hikâyesini senaryoya dönüştürmeden önce hayranı olduğu polisiye yazar Georges Simenon'un tarzına yakın bir şekilde hikâyesini roman olarak yazmış. Gerçi bu, senaryoyu yazarken işini kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırmış: klasik, edebiyat dili ile sinematik dil arasındaki çatışma...

Acemi detektif Murakami çok sıcak bir günde kalabalık bir otobüste tabancasını çaldırır. Tabancasını bulmak ve 'utancını' gidermek için soruşturmasına devam ederken işler daha da sarpa sarar çünkü kayıp tabancası bir soygunda ve cinayette kullanılmıştır. Bunun üzerine soruşturmasına kurt detektif Sato da dahil olur.

Acemi detektif ve usta detektifin bir araya gelmesi klasik polisiyede yaygın bir şablon. Usta detektif tecrübe ve bilgisiyle olayı çözmeye çalışırken olan biteni seyircinin ya da okuyucunun anlamasını sağlamak için ona eşlik eden acemi detektifin/yardımcının soruları gerekli olur. Sherlock-Watson, Poirot-Hastings, Sommerset-Mills vb. Ama bu filmde (yakın tarihli filmlerden örnek verecek olursam Se7en ya da Training Day gibi) merkezde usta detektif yerine genç detektif Murakami ve onun deneyimi yer alıyor.

Filmde bir sahnede Sato, katilin düşüncelerini anlamaya çabalayan Murakami'ye psikolojik analizi yazarlara bırakmasını öğütlese de büyük bir Dostoyevski hayranı olan Kurosawa bu işi filmin yönetmeni olarak üstleniyor ve filmin kötü adamı olan Yusa'yı analiz ederken izleyicisine bolca Suç ve Ceza'daki Raskolnikov karakterini hatırlatıyor.

Kurosawa ve Mifune'nin üçüncü kez bir araya geldikleri filmde Mifune başarılı bir performans sergilerken Kurosawa'nın daimi oyuncularından Takashi Shimura ise kurt detektif Sato karakterine hayat verirken ekrana geldiği her sahnede adeta rol çalıyor.

Popüler kültürde genelde çektiği samuray filmleriyle (Seven Samurai, Sanjuro, Yojimbo, Kagemusha gibi) tanınan Kurosawa'nın noir, polisiye, gerilim filmleri de en az samuray filmleri kadar iyi, hatta daha da derinlikli diyebilirim(High and Low, Drunken Angel, Bad Sleep Well gibi). Ayrıca edebiyat uyarlamalarını, dramalarını da unutmamak gerek.

Filmin siyah-beyaz sinematografisi gayet başarılı. Gece sahneleri, yüksek kontrastlı sahneler, silüetler... Filmin sinematografı Asakazu Nakai. Ayrıca Kurosawa'nın filmlerinde kullanmayı çok sevdiği long lenslere(telefoto lenslere) aşkı da bu filmde başlamış. Anlatılanlara göre Kurosawa, filmdeki cesedin bulunduğu sahnedeki figüranların performansını doğal bulmayınca daha uzaktan telefoto lensle çekerek -oyucuların ya da figüranların üzerlerindeki izlenme hissini azalttığından- istediği doğal performansları yakalayabilmiş.

Filmin kurgusu ise hayli dinamik. Flashback'ler ve paralel kurgu efektif bir şekilde kullanılmış.

Filmin set ve set dekorasyon çalışması da filmin göreceli olarak düşük bütçesine rağmen gayet başarılı ve ayrıntılı. Detay çok önemli, öyle ki kamera-izleyici görmese dahi bir şekilde sahnedeki gerçeklik hissini yükseltiyor.

Aşırı sıcak ve terleyen insanlar vurgusu ise yine Kurosawa'nın filmlerine koymayı sevdiği bir başka ayrıntı.

Sato'nun vurulma sahnesinin/sekansının inşa edilişine baktığımızda Kurosawa'nın ustalığını görüyoruz: Kötü bir şeyin gelmek üzere olduğunu vurgulayan fırtınalı hava, Sato'nun, polis olduğunu kimseye söylememeleri için verdiği uyarıya rağmen yalnız kalınca bunu dillendiren hotel yöneticisi ve bunu duyan yüzünü göremediğimiz katil, Sato'nun Murakami'ye ulaşmasında yaşadığı zorluklarla gittikçe artan gerilim, tüm bu durumla tezat olarak arka planda çalan neşeli bir şarkı ve oynaşan iki kişi, Sato ve Murakami arasında gidip-gelen paralel kurguda zamanlamalar ve de ardından işlerin kötüye gitmesi... Filmin finalindeki Murakami ve Yusa'nın karşı karşıya geldikleri sahne de hayli etkili bir diğer örnek.

Kurosawa'nın kendisi bu filmini çok sevmese ve teknik bulsa da bence Stray Dog yine Kurosawa'nın High and Low adlı filmiyle birlikte çekilmiş en iyi ve sinematik olarak öncü olan polisiye filmlerden biri.

İlgilisine...

1 Kasım 2018 Perşembe

ROMA (Fellini's Roma) - (1972)

ROMA (Fellini's Roma)

Federico Fellini'nin yönettiği filmin yarı otobiyografik sahneler içeren senaryosunu da Fellini ve Bernardino Zapponi birlikte yazmışlar.

Fellini'nin bakış açısıyla, anılarıyla, fantezileriyle sarmaladığı filmde yönetmenle birlikte Roma ve Roma'nın tarihinde bir yolculuğa çıkıyor, kurgusal açıdan bir yere ve konuya çok takılmadan sıklıkla oradan oraya atlayarak --hızlı bir tur gezisi gibi-- geziyoruz. 

Filmde Roma'ya Fellini'nin gözünden bakarken bir yandan da Fellini'nin Roma'daki gençlik anılarından(30'lu-40'lı yıllardan) kesitler izliyoruz. Ayrıca filmin şimdiki zamanında(1972) Roma'yla ilgili film çekmeye çalışan yaşlanmış Fellini'den de kesitler izliyoruz.

Film, bir nevi gerçekler ile hayallerin karıştığı ve birçok sahnesi belgesel estetiğine sahip olan bir eser. Filmi sözde/sahte belgesel (pseudo documentary) türünde gören yazarlar da var.

Fellini'nin klasik temalarından ya da yönetmenin ruh hâli yansımalarından biri olan büyük bir eğlence ve cümbüş sonrası çöken bir sessizlik ve yalnızlık sahnesi yine bu filmde de (filmin sonlarına doğru) mevcut. Fellini'nin bu sessizlik ve yalnızlık sahneleri her seferinde üzerimde etkili oluyor, sanırım bunun sebebi içerdiği büyük gerçeklik payı.

Filmde Fellini'nin kamerayı vinç(crane) üzerinde kullanmayı ne kadar sevdiğini yine görüyoruz. Filmin usta görüntü yönetmeni -Fellini'yle toplam sekiz filmde çalışmış olan- Giuseppe Rotunno. 

Danilo Donati'nin set ve kostüm çalışmalarıysa her zamanki gibi yine başarılı ve göz alıcı. Özellikle papa ve ruhban sınıfının izlediği defile sahnesi ve metro inşaatı sırasında keşfedilen Roma dönemine ait fresklerin havayla temas edip hızla bozulduğu sahneler akılda kalıcı.

Filmin müzikleri ise ünlü besteci Nino Rota'ya ait.

En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre'ye aday olan film törenden eli boş dönmüş. Ayrıca film İtalya tarafından Oscar'a aday gösterilse de finale kalamamış. Ancak Fellini Cannes'da Teknik Ödülü(günümüzde Vulcan Ödülü) almış(Laurent Coderre'yle paylaşarak).

Son olarak filmle ilgili David Forgacs'ın yazdığı şu İngilizce makale de hayli bilgilendirici.

Roma, Fellini'nin rehberliğinde izleyicisini farklı bir Roma turuna çıkartıyor.

İlgilisine...

NINOTCHKA - (1939)

NINOTCHKA

Ernst Lubitsch'in yönettiği bu komedi klasiğinin başrollerinde Greta Garbo ve Melvyn Douglas var.

Üç Sovyet yetkili -ekonomik açıdan zorlu günler geçiren ülkeleri için- Paris'e değerli mücevherler satmak üzere gönderilir. Ancak mücevherler devrimden Paris'e kaçan Büyük Düşes Swana'ya aittir. Düşes bunu haber alır ve mücevherlerine kavuşmak için sevgilisi Kont Leon'dan yardım ister. Leon(Douglas) üç Sovyet yetkilinin mücevherleri satmasını engeller ve onları ağına düşürür. Bunun üzerine Sovyetler yüksek disiplinli yoldaş Nina Yakushova'yı işleri düzeltmesi için Paris'e gönderir. Nina şehri gezerken Kont Leon'la tanışır. Birbirlerinin kim olduklarını bilmeyen ikilinin arasında bir aşk doğar ama gerçek ortaya çıkınca işler sarpa sarmaya başlar.

Filmin gerek öyküsüyle gerek diyaloglarıyla ustaca yazılmış olan senaryosunu büyük usta Billy Wilder, Charles Brackett ve Walter Reisch kaleme almışlar. Filmin öyküsü, çıkış noktası ise Melchior Lengyel'e ait.

Hikâye klasik zıtların çekimi ve çatışmasıyla başlıyor(Bolşevik-Kapitalist), çiftimiz aşık oluyor ve sonunda bir taraf ödün verip diğerine uyum sağlıyor. Ninotchka politik hicivle sarılı bir romantik komedi.

Film İkinci Dünya Şavaşı öncesi çekilip savaşın başlamasından bir ay sonra gösterime çıkmış. Tahmin edebileceğiniz gibi film Sovyetler Birliği'nde yasaklanmış. Hele filmin sonunda tüm ana Sovyet karakterlerin batıyı ve kapitalizmi seçmesinin bu yasaklama kararında büyük etkisi olsa gerek. Bu arada Amerika'nın 1941'de savaşa girmesiyle ve Sovyetler Birliği'yle müttefik olmasıyla birlikte Soğuk Savaş dönemine kadar Sovyetlere karşı böyle baskın bir eleştiri -hiciv de olsa- içeren pek Hollywood filmi yok sanırım.

Greta Garbo oynadığı birçok melodramdan sonra arayışında olduğu komediyi ve o komediyi yaratacak ekibi bulmuş. Garbo daha önce As You Desire (1932) adlı filmde başrolü paylaştığı Melvyn Douglas'la yine bir araya geliyor ve aralarında çok güzel bir uyum var (Ayrıca Garbo ve Douglas bu filmden sonra 1941'de Cukor'un Two-Faced Woman adlı filminde de birlikte başrolü paylaşmışlar). Büyük Düşes rolünde Ina Claire gayet başarılı. Filmin komedisine büyük katkıda bulunan Sig Ruman(Iranoff), Felix Bressart(Buljanoff) ve Alexander Granach(Kopalski)'ı da unutmayalım. Ha bir diğer unutulmaması gereken oyuncu da filmin sadece sonunda arz-ı endam eden Razinin karakterini canlandıran Bela Lugosi! Lugosi kısa ekran süresine rağmen varlığıyla ve karizmasıyla akıllarda kalıyor.

Film 1940'da En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo ve Orijinal Öykü dalında Oscar'a aday gösterilmiş.

Ninotchka, yönetmen Ernst Lubitsch'in dokunuşuyla, iyi yazılmış senaryosuyla ve de oyuncularının başarılı performanslarıyla sinema tarihinin klasikleri arasında yerini hakkıyla alıyor.

İlgilisine...